1 MAYIS VE MERSİN’DEKİ EĞİTİM HAMLESİ ÜZERİNE DEĞİNMELER

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Komünist Manifesto’nun beni en fazla hayrete düşüren pasajlarından biri şöyledir: “Ürünleri için giderek genişleyen bir pazar bulma ihtiyacı, burjuvaziyi bütün yeryüzü boyunca kovalıyor”. Sakallı amcadan başka kim hakim sınıf burjuvaziyi “kovalanıyor” olarak tarif edebilirdi ki! Bu korkunç cümle sermaye sınıflarına yöneltilen, sömürücü, soyguncu, yağmacı türü bütün ahlaki konumlanışları yerle bir ediyor. Pazar bulma ihtiyacı ve kovalanmak sermayeye içkin bir zorunluluk. David Harvey de bir yerlerde, ‘sermaye akışı bütün dünyada birkaç dakikalığına dursa kapitalizm çöker’ benzeri bir cümle kurmuş idi. Sermaye, yani biriktirilmiş emek, yaşamak için sürekli devinmek, yatırıma dönüşmek, ticarete havale edilmek, kara, faize dönüşmek zorunda. Sermaye bunu elbette tek başına yapamaz; onu elinde bulunduran kanlı canlı insanlar, sermaye sahipleri tarafından bu işin yerine getirilmesi gerekir.

Pazar bulmak, aynı zamanda pazar yaratmak, sermayeyi bir yerlere, bir şeylere kanalize etmeyi gerektirir. Uluslararası sermayenin baş tacı kuruluşlarından Dünya Ticaret Örgütünün Hizmet Ticareti Genel Anlaşmasına Türkiye 1994 yılında imza attı; anlaşma 1995’de meclisten geçti, yani dyp-chp koalisyonu döneminde. Anlaşmayla Türkiye, yürüteceği kamu politikaları aracılığıyla, sağlık, eğitim gibi hizmet alanlarında kamunun ağırlığını azaltıp bu alanları sermayeye bırakacağını taahhüt ediyordu. Yani, başta eğitim ve sağlık olmak üzere birçok hizmet alanının piyasaya açılacağı sözü, bundan neredeyse çeyrek yüzyıl önce uluslararası sermayenin birincil örgütü DTÖ’ye taahhüt edildi. Güzel Mersinimiz anlaşılan o ki bu alanda da memlekete öncülük ediyor. Önce ardı ardına açılan özel hastaneler, arkasından gelen iflaslar, sonra şehir hastanesi ki bilindiği üzere yap işlet sermayeyi kara geçir modelidir; yani kamu hastanesinin esemesi okunmaz. Şimdi de memleketin bu güzide köşesinde bir özel okullar furyasıyla karşı karşıyayız. Butik anaokulları-kreşler, merdiven-altı ilköğretim okulları, ulusal ve uluslararası ve yerel sermayenin finanse ettiği kolejler, hızla yükselen yeni lise-ilköğretim okulu kampüsleri… Mersin sermayesi bu konuda da yüce devletimizin imzaladığı anlaşmadan kendine görev ve daha çok da pay çıkarmış olacak ki, bir eğitimci dostumun söylediğine göre an itibariyle Yenişehir ilçedeki özel okul sayısı devlet okullarını geçmiş durumda. Yani Mersin sermayesi – bunca paranın nereden geldiği de ayrı bir tartışma konusu tabii- eğitimin piyasalaştırılmasında da ülkesine emsal teşkil eden bir gayretle ipi yine ön sıralarda göğüslüyor anlayacağınız.

 

Sermayenin atıl kalma korkusu sadece yeryüzü boyunca değil, yerel düzeyde de kendisini kovalıyor demek ki. Sermaye vampir misali kan emmeye meyillidir. Kanın damarda durması da boşa akması da sermayenin işine gelmez, ondan beslenmesi gerekir. O nedenle bu eğitim seferberliğine soyunmuş finansal sermaye, rantçı inşaat sektörüyle ele ele vererek, terkilerine de tefeci bezirgan sermayeyi alarak acayip ulvi bir işe girişmişler Mersin’de. Kuşkusuz bu değinmelerden ahlaki bir hesap sorma çıkarılmamalı. Zira sermayenin dini, imanı, milliyeti olmadığı gibi, kendisini kovalayan korkunun önü sıra tam hız ilerlerken hiçbir ahlaki kaygı da duymaz. Hele de eğitim, sağlık işine soyunmuş ticari-finans sermaye, kendisini sahiplenen birey tüccarlardan bağımsız en cevvalidir. Ahlak insani bir şeydir… Sermaye zombidir, yaşayan ölüdür, ölü emekten dirilmiştir. Sermayeyi elinde tutuyor görünürken onun boyunduruğu altına girmiş zavallı insan mahlukatını – sermayedarı- ahlaken sorgulamanın bir alemi yok! Sermaye ile sahibi arasındaki ilişki “kimin eli kimin cebinde belli değil” ilişkisidir nitekim?

 

Bunca sermaye neden eğitim alanına akıyor Mersin’de? Ucuz ve örgütsüz iş gücü, yani sömürü oranı ve hızının yüksekliğinden. Zaten kendisi sömürülmüş, ölü emek olan sermaye, yaşayan ölüler misali her seferinde dirilmek için sömüreceği yeni emeğe ihtiyaç duyar. Eğitim ve fen-edebiyat fakültelerinde okuyup yüce devletine bel bağlayan milyonlarca eğitimci-öğretmen adayı, bu eğitim hamlesinin kayıt dışı, güvencesiz, örgütsüz proleter namzetleri olarak sermayenin emrine amade kılınırlar. Bunca üniversite, eğitim fakültesi açılması hükümetlerin yanlış politikalarına yorumlanırken, atanamayan öğretmenlere ağıtlar yakılırken, aslında gerçekte olanın eğitim ve sağlık sektöründe fazla iş gücü yaratmak olduğu gerçeği gözden kaçırılır. Ezber ve şablon sever teknokratik akademia, üretken emek-üretken olmayan emek tartışması yürüte dursun, hizmet sektöründe çalışanlar artı değer üretir mi üretmez mi, proletarya mı prekarya mı lafazanlıkları, beyaz yakalı mı mavi yakalı mı gevezelikleri arasında, karın tokluğuna çalışan binlerce genç beyin, sadece zihinsel emeklerini değil, fiziksel emeklerini de sermayenin emrine amade kılıyorlar bu Hollywood filmlerinden fırlamış Bollywood kılıklı korsan okullarda. Yaşam nereden akıyorsa teori ona ayak uydurmalı, yaşamı teoriye uydurmaya çalışmanın ne alemi var ki. Sanayi kapitalizminin ilk dönemlerinde karşılaşılan parça başı iş, performans adı altında kamu okullarına dayatılmaya çalışılırken, zaten en ağır biçimde özel eğitim kurumlarında uygulanıyor. Yakında doktorlar da özel hastanelerde parça başı çalışmaya başlayacaklar. Hukuk fakültelerinden mezun binlerce avukat adayı şirketleşen hukuk bürolarında çoktan asgari ücretle parça başı işe çalışmaya başladılar. Yeni bir proletaryanın doğuşuna tanık olmuyoruz; küçük burjuvazinin en zayıf halkasının proleterleşmesiyle, Komünist Manifesto’da haykırılan kehanetin gerçekleşmesiyle karşı karşıyayız. Bu yazıda ziyadesiyle ismini zikrettiğim sakallı amcayı bir kez daha anmama izin verilirse, parça başı iş sadece sermayenin emek sömürüsünün değil, aynı zamanda işçinin işçiyi sömürüsünün de yordamını hazırlar diyor…

 

Vardır bir bildiği muhteremin herhalde de, biz en az ilki kadar tuhaf olan bu acayip cümleden ne pay çıkarmalıyız?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir