Şimdilerde biraz durulmuş olsa da bir aralar sosyoloji denilen bilim türü, aklını toplum tanımlamalarıyla bozmuştu. Bilgi toplumu, risk toplumu, denetim toplumu, tüketim toplumu, sanayi sonrası toplum ve daha niceleri… Kapitalizmi ile onun siyasal bedenine kan pompalayan sermaye döngüsünü ve sınıf ilişkilerini saplantılı biçimde reddetme isteği, dönemleştirmeli analize sarılan sosyo(ideo)loğun kapitalist topluma bir türlü kapitalist diyememesinin sonucuydu. Hazır modelleri ve kuramları alıp kullanmayı alışkanlık haline getirmiş azgelişmiş ülke akademisyeninin memleket ahvalini açıklamada hevesle kullandığı bu modellerden en popüler olanlarından bir tanesi ulus devletin artık sönümlendiği iddiasını hararetle savunan imparatorluk tezleriydi. Negri’nin bir zaman en çok satanlar listesinde baş sırayı alan ‘İmparatorluk’ kitabındaki spekülasyonlar gerçeklik karşısında bir bir yerle yeksan olurken, onca küreselleşme gürültücülüğü arasında ulus devletin hiçbir yere gitmediğini, sönmek şöyle dursun, bir alev topu gibi kasıp kavurmaya devam ettiğini/edeceğini gördük, görüyoruz.
Sakalı amca sermayeyi anlatırken sıklıkla ondan ölü emek diye bahseder canlı insan emeğinden çekip çıkarıldığını vurgulamak için. Kah para, kah meta biçimine bürünen bu ölü emek, hareket edebilmek, yeniden üretilmek için daima pazarlara ihtiyaç duyar. Sadece ekonomik pazarları değil, hem iş gücünü kontrol altında tutabilmek hem de silah ticareti için can pazarları yaratır savaşlar üzerinden. Sermayenin durmak bilmez genişlemesinde temel ve belirleyici rol oynuyor gibi tasavvur edilen siyasetçilerin öznel nitelikleri ve siyasette belirleyici olduklarına dair asılsız iddia, burjuva propagandacıları ve sözcüleri olan yavuz hırsız medyatörleri tarafından ince ince işlenir; aslında sermayenin jandarmasından öte bir niteliği olmayan ulus devletler ve milliyetçilik yüceltilir.
Neredeyse çeyrek yüzyıldır Ortadoğu coğrafyası hem ölü emeğin yeniden üretiminin, hem de doğrudan cinayet işleyebileceği can pazarı mekânına dönüşmüş durumda. Bu pazarda ahlak, insanlık, vicdan katıksız bir pragmatizmin, diplomatik lafazanlıklar ve ulus devletler aracılığıyla yürütülen akıl almaz stratejilerin ayakları altında tuzla buz ediliyor. Siyasal karmaşa, istikrarsızlık, savaşlar, burjuva iktisatçılarının iddialarının aksine sermayenin arayıp da bulamadığı koşullardır. Ulus devlet, felaket dönemlerinde karmaşa ve korkuyu fırsat bilen yağmacı çeteler gibidir; gerçek yüzü kriz ve bunalım dönemlerinde daha aleni biçimde görülür.
Kürtler 2015 yılında bu coğrafyada akıl almaz, sermayenin uykularını kaçıracak bir dönüşüme öncülük ettiler. Adına ister devrim deyin ister başka bir şey, Rojava’da yaşananlar ve sonrasında bütün kuzey Suriye’ye yayılan bu siyasi dalga, laik niteliği, kadın özgürlükçü karakteri, etnik, inançsal ve aşiret ayrımlarını bir kenara iten yapısıyla, yüzyıllardır bu ayrımlar üzerinden bölgede tahakküm kuran sermaye ve onun ulus devletlerini rahatsız etmişe benziyor doğal olarak. Halkların kardeşliği şiarını kuvveden fiile geçiren Rojava devriminin öncüsü olan Kürtler, deyim yerindeyse, Ortadoğu halkları için tanrılardan ateşi çalan Prometeus gibi büyük bir günah işledi sermaye tanrısı nazarında. Bu nedenle de bu günahının bedelini ağır ödetecekler, ödetiyorlar. Prometeus gibi ciğeri her gün sökülerek, ölüp ölüp diriltilmekle cezalandırılmışa benziyorlar.
Afrin vakası, Kürtlerin yalnız bırakıldığı, ihanete uğradığı edebiyatı üzerinden anlaşılamaz; bu en hafif tanımıyla hamaset edebiyatının ötesine götürmez bizi. Suriye’de arzı endam eden bütün ulus devletlerin Afrin söz konusu olduğunda büyük bir ikrarın yansıması olan kahredici sükutları, aslında sermaye döngüsü ve yeniden üretimi söz konusu olduğunda bu devletlerin nasıl da sermaye adına ortak hareket edebildiklerini gösterir. Zira ulusal çıkar, devlet çıkarı gibi lafazanlıklar yegane çıkarın sermaye sınıfının çıkarı olduğu ve devletlerin varlık sebebinin bu çıkarları korumak olduğu gerçeğini peçelemek için uydurulmuştur en hafif deyimiyle.
Kürtler, Rojava devrimiyle hastalıklı Ortadoğu bünyesine taze kan aşıladılar; tepeden inmeci siyasal laikliğe tamah etmeden, toplumsal laikliği tesis etmeye girişerek, kadınların toplumsal-siyasal yaşama katılımının önünü açarak, niceliğe bakılmaksızın, bütün kimliklerin karar alma süreçlerine doğrudan nitel katılımını sağlayarak büyük bir hata yaptılar ilahlar nazarında. Bu nedenle, sadece sözüm ona rakip gibi görünen ABD ve Rusya gibi iki emperyalist güç için değil, özünde yerli-milli işbirlikçi sermayenin çıkar örgütünden başka bir şey olmayan Suriye, İran, Irak ve Türkiye ulus devletleri için de büyük tehdit oluşturuyorlar. O nedenle uluslararası kamuoyuna verilen hamasi mesajların gerisinden hemen hepsi büyük bir keyifle olacakları sessizce seyrediyorlar. Uzun erimde bütün coğrafyaya yayılma olasılığı yüksek olan bu demokratik dalganın bir an önce kırılması gerekiyordu. Afrin bu süpürme harekâtının başlangıcıdır ve arkası da gelecek gibi görünüyor.
Rojava devrimi ne kadar kimlik siyasetinin düğümlediği toplumsallaşamamanın Ortadoğu coğrafyasındaki çözüm sürecinin başlangıcıysa, Afrin’e de bir o kadar bölgenin Sur’u, Cizres’i rolü biçilmiş gibi görünüyor. Nasıl ki içeride savaştan beslenen sermaye adına kalıcı barışın bütün olanakları yerle yeksan edildiyse, Suriye üzerinden bütün Ortadoğu için heyecan verici bir modeli önermekle kalmayıp yaşama geçiren Rojava devriminin şah damarının kesilmesi gerekiyor; bu bütüncül operasyonun ilk aşamasıdır Afrin. Şimdilerde bu rol Türkiye ulusal devletine vekâlet edilmiş gibi görünüyor. Öyle görünüyor ki, 21. Yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak; ya muazzam bir özgürlük hareketinin taşıyıcı ve öncü gücü olarak çıkacaklar ya da mide bulandırıcı bir terör söylemi üzerinden bir daha kafalarını kaldırmamacasına bu bataklığa gömülecekler.