Bir şeyin ağırlığı var üzerimde, bitmek bilmeyen bir ağırlık ve beni dibe batırıp ruhumu delik deşik eden. Tanrım, hangi oyunun kaçıncı perdesi bu bana çektirdiğin? Bitsin artık, dayanacak gücüm yok. Lütfen merhamet et.
-Merhamet yok.
Sanırım dibe battıkça, yani karanlığa alışıp, kafamı yukarı kaldırdığımda ışığı göremez hale geldiğimde kanıksayacaktım tüm bu olanları. Olanlar demişken; sahiden ne oluyordu ömrümde? Bunun bir adı olmalıydı veya anlamı veya izahı? Fakat yok, hiçbir şekilde olanları ifade edemiyordum. Sadece üzerimde anlamını bilmediğim bir ağırlık ve içimde düşme duygusunu hissettiren boşluk vardı.
Bütün bunlar olurken ellerim dokunacak bir ten aradı ve onun ellerine çarptı karma karışık masa üstünde. Böyle dağınık kalsın, böyle iyi. Dağınıklığın içinde bir şeyleri seçmek zorlaşır ve göze batmaz. Oracıkta öylece dursun. Tanrıyla kumar mı oynuyordum? Bilmiyorum. Fakat onun elleri iyi gelmişti bir nebze de olsa. Uçurumun kenarında düşmeye ramak kala yakalanan yemyeşil bir ağaç gövdesi gibi iyi. Fakat hayır, dayanabileceğimi sanmıyorum. Dayanabileceğini sanmıyorum. İkimiz birden yere çakılacağız, olacak belli.
Darmadağın masadan kalkıyorum ve sallanan sandalyeme oturuyorum. “Yalnız bırak beni” diyorum, dinlemiyor. “Korkarsın sen, bırak beni” diyorum, dinlemiyor. Beraber düşelim, beraber kalkalım istiyor. Biliyorum, saf ve temiz duygularla izliyor tüm olanları fakat bunun bir önemi yok, gerçeğin ötesine gidemeyen gözleri hakikati göremiyor.
Hakikat, gerçeğin de ötesinde değişmeyen tek şey. Benim hakikatim, yok olma arzusuna sevdalanmış bir garibin hikâyesi ile paralel işliyor. Hikâyem… Ben yazmalıyım hikâyemi, başka türlüsünü kabul edemez aciz ruhum. Tanrının eline uzanıyor elim ve kalemi çekip alıyorum. Hayır, yarattığım kahramanları öldürmeyeceğim. Veya öldürmeli miyim? Yine kafam karışık. Yeryüzünde karmaşık olan duygularımızın içinde bazen tanrıcılık oyunumuzu sıkıştırıp durmadık mı bugüne dek? Hayat bize adil davranmadı ve biz, hep birilerine, bir şeylere yetmeye çalışmadık mı? Evet, böyle oldu her şey ve böyle olmasına karar vereni öldürdük gençliğimizin yitip gittiği şehrin meydanlarında.
Meydan demişken; sallanan sandalyem ağır geldi ve kendimi sokağa attım. İşlek bir caddeden, şehrin işlek ve tek meydanına çıktım. En ortasında durdum ve izledim geçenleri. Hepsi çok iyi abiler, ablalar. “Herkes bu kadar iyiyse bunlar nerden türüyor ulan?!” diye bağırıyorum. Sanki herkes bunlar gibi bana bakıyor.
Dibi kırmızı olan bir şişenin yeşile dönüşünü seyretmek için çıkıyorum meydandan ve yine sandalyeme dönüyorum. O da hemen yanı başımda, beni izliyor. Başını dizlerime dayamış, “üzme kendini” diyor. Aslında bunun bir üzüntü olmadığını, kendimi yok olma arzusu içinde sıkışmış ve çaresiz gördüğümü anlatmak istiyorum fakat takatim yok ifade etmek için. Sadece susuyorum, sadece susmak ile anlamlandırıyorum geceyi.
Gece anlam kazanmıyor belki ama bitiyor bir şekilde. O, dizimde uyuya kalıyor ben şişenin dibini yeşile boyarken. Sonra kafam düşüyor yana, başım dönüyor; gözlerimi kapatıyorum ve lanet ediyorum bir gece daha yok olamadığım için.