Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” adlı, o zamanlar toplumu derinden etkileyen –ki hala hemen hiçbir insanın kayıtsız kalamayacağı kadar güçlü bir etkiye sahiptir.- romantizmin doruklarındaki müthiş eseri, yıllar sonra bile daha dün okunmuş bir etki yaratmaya devam eder bende. O dönemde Almanya’daki gençlik üzerinde bir çok intihara yol açacak ve Werther’in giydiği sarı yelek, çizmeler ve mavi frakın moda yaratacak kadar etkili olduğunu büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla okumuştum çeşitli inceleme yazılarından. Duyguların okuyucuya özdeşim kuracağı kadar bu kadar geçirilebildiği bir eser daha hatırlamıyorum. Aşırı şekilde tutkulu olan genç ressam Werther Lotte’ye karşı içinde yaşadığı o derin aşkın yarattığı acıları, yürek sızısını hayali dostu Wilhelm’e yazdığı mektuplara yansıtıyordu tüm canlılığıyla. Her mektupta duygunun yakıcı sıcaklığını iliklerime kadar hissederdim. Kitabı okurken Werther’le kurduğum özdeşimi, annemin 5 yaşında iken kolum kırıldığında benden acımın tamamını almak için göz yaşları içinde yakarışındaki feryada çok benzetirim. Öyle ki o yaşta bile annemin üzüntüsünü ve durumunu gördüğümde, bu durum için kendime kızıp, acımı ve kolumu deşip dirseğimden çıkan kanlar içindeki kemiği unutacak kadar üzülmüş ve “Anne ağlama acımıyor.” demiştim. Güzel annem ara ara o anları hatırladığında hala tüyleri diken diken olur ve karmaşık bir duyguyla birilerine anlatır. Ben de bu kitabı okurken ara ara o kadar güçlü olmasa da Werther ile özdeşim kurarak üzülmüş ve ağlamaklı olmuştum. Nasıl bir aşktı Werther’in Lotte’ye olan aşkı? Werther’e kulak verelim: “Ah, tesadüfen elim onun eline dokununca, ayaklarımız istemeden masanın altında birbirine değince, nasıl da damarlarım çekiliyor! Ateşten kaçar gibi irkiliyorum, sonra da gizli bir güç beni yine ona doğru çekiyor. Bütün duyularım birbirine karışıyor…Böyle mi olmalıydı: İnsanın mutluluğu, aynı zamanda kederinin kaynağı mı olmalıydı? Ümitsiz bir durumdayım Wilhelm, huzursuz bir atalet içindeyim; bir şey yapamadan duramamakla birlikte, bir şey de yapamıyorum. İmgelem gücünden yoksunum, doğa duygularımı uyandırmıyor ve kitaplardan iğreniyorum. Kendimizi yitirdiğimiz zaman, her şeyi yitirmiş sayılırız işte.”
Werther hikayenin sonunda bu yoksunluğa dayanamaz ve intihar eder. Werther’in intiharına neden olan umutsuzluk ve yoksunluk duygusu her çağda, aslında aynı şekilde sonuçlar üretecek kadar evrenseldir. Bağlılık değil de bağımlılık yönünde gelişen ilişkiler doyum arayışını doyurulamaz bir boyuta sokma sonucunu doğurur. Bağımlılık biyo-psiko-sosyal bir hastalıktır. Bağımlılık insanın alışılmış bir kişiye, ilaca ya da maddeye karşı engellenemez bir şekilde psikolojik ve fizyolojik ihtiyaç duymasıdır. Fakat bağlanma ihtiyacı bir başkasının varlığının hissettirdiği mutluluk bağı üzerine kurulur. Bwolby’e göre bağlanma “içgüdüsel bir eğilim olup, temel hedefi, içgüdüsel ihtiyaçların karşılanmasıdır. En etkili davranışsal sistem olup, sosyal ilişkilerin kurulmasında temel belirleyicidir.” Bu durum ise beyinde oksitosin hormonunun miktarı ile ilişkilidir. Oksitosin az ise yalnız izole kişiler, fazla ise sosyalleşme, başkasına ihtiyaç, birlikte hareket eden çiftler oluşur. “Neden Aşık Oluyoruz?” adlı kitapta Lucy Vincent “Oksitosin döngüsünün etkinleşmesi, aşkı karakterize eden deliliğin veya başkalaşmış ruhsal halin ilk semptomlarını üretir.” demektedir. “Partnerimize sarılarak uzun zaman geçirmeye iten, onunlayken bize mutluluk gibi bir duygu veren asıl itki çok büyük ihtimalle oksitosin salgılanması ve onun doğrudan sağladığı antistres etkisidir.” Nitekim yüksek dopamin seviyesi, aşıkların niçin partnerlerine odaklandığını ve onu eşsiz görmeye meyil ettiğini kısmen açıklayabilir
.
Ergenlik ve genç yetişkinlik yani “Muhteşem haz çağı acılarının da çağı olur: aşk acıları, sevgisiz kalmanın şaşkına çevirmesi ve buna akla yakın bir yanıt bulunamamasından çok, seçilmiş nesnenin tartışma götürmez kabullenmişliğinden ötürü iflahını keser insanın.” Yapılan klinik araştırmalar başka bir insanla yaşanan her tür duygunun sadece psikolojik değil doğrudan hormonal dengemizi de etkilediğini ve sonuçta duygularımızı belirlediğini gösterir. İlişkide haz yönünde etkileşim beyinde dopamin ve endorfin salgısı (ödül sistemi, haz, motivasyondan sorumludur) miktarını arttırır. Ödül sistemindeki bu etkileşimde, “dopaminin etkisindeki motivasyonun eyleme ittiğini vücudun, bu eylemi doğurduğu etkilerle değerlendiğini düşünebiliriz: Eylemlerimizin etkliliği endorfin salgılanmasıyla, dolayısıyla da bir mutluluk patlamasıyla ödüllendirilir ki, bu da bizi benzer bir motivasyon durumunda aynı eylemi yapmaya sevk edecektir. İlişkide stres, ayrılık kaygısı terkedilme ise bu maddeyi azaltır. Arzu, haz ve yoksunluk ilişkisi, ile özlemle baş edebilme gücü kişinin bağımlılık durumunu belirler. İnsanların ergenlik dönemine gelinceye kadar anne-baba ve çevreyle kurduğu ilişkiler, bağlanma pozisyonu, fizyolojik ihtiyaçlarla sevginin karşılanma biçimi ve etkileşimi bireyin doyum arayışının yoğunluğunu ve ona verdiği tepkileri biçimlendirir. Bu yaştan sonra duyum arayışı ya da arzuların yatıştırılması için karşı cinse yönelen birey, sağlıklı bir şekilde sevgi ihtiyacını doyurmuş ve iyi bir eğitim almışsa mutlu bir şekilde bağlanacaktır. Ancak ebeveyne güvenli bağlanamayan ve sevgi ihtiyacını aşırı yoksunluk çekecek şekilde sağlıklı yollardan karşılayamayan bireyin bağımlılığa yatkınlığı artacaktır. Saplantılı bir şekilde başkasına bağımlı olan insanlar bunu tolere edemediği bir ilişki içerisinde uyuşturucu maddelere yönelecek ve doyum arayışına orada cevap arayacaktır. Nitekim aşktaki bağımlılık ile madde bağımlılığının beyinde yarattığı kimyasal değişimlerin ve beyinde hareketlendirdikleri bölgelerin aynı olduğu saptanmıştır. Bağımlılık ve obsesyon (takıntı) aşık olma halinin diğer iki özelliğidir. Düşük seratonin obsesyonların (takıntı) oluşmasına neden oluyor. Böyle bir durumda aşık olan kişiler partnerlerini saplantılı bir şekilde düşünüyorlar. Partnerin yoksunluğu büyük bir boşluk duygusuna yol açar. İnsanların doğal yollarla ve sağlıklı ilişkilerle doyuramadığı arzularını, tutkularını ve haz elde etme ihtiyaçlarını kısa yoldan uyuşturucu-uyarıcı maddeler ve antidepresanlarla tolere etmeye çalışırlar. Çünkü bu maddeler beyinde aşkla ilgili aynı bölgelere hücum ederek burada yerleşir. Gittikçe artan bir şekilde ihtiyaçlarını hissettirmeye başlarlar. Bu yönüyle aşk dahil her türlü bağımlılık öldürür.