AŞK OLSUN / ANLAM VE İLK TEMAS

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Dünya edebiyatında üzerine en çok yazılan kavram nedir? diye bir araştırma yapsak açık ara önde yer alacak kavramdır aşk. Aşk tarih boyunca sanatın her alanında hak ettiği yerini bulmuştur. Sinema, tiyatro, opera, bale, resim, fotoğraf, müzik, heykel ve diğer alanlara bolca ilham kaynağı olmuş bir konudur. Yanı sıra felsefede üzerine düşünülmüş ve özellikle psikoloji de çokça çalışmanın konusu olmuştur. Bu bağlamda dünyada her alanda ortaya konmuş bütün eserleri nicelik olarak sınıflandırsak aşk ve diğer konular diye iki temel kategori yapılsa sanırım abartı olmaz. Bu kadar eser aşkın yaratıcılığı tetiklediğini yeteri kadar ortaya koyuyor sanırım. Bu durum doğal olarak aynı zamanda bu konu üzerinde yazmayı hem zorlayıcı hem de kolaylaştırıcı bir etki yaratıyor. Bu da yetmezmiş gibi, aşk halinde insanlarda bazı açılardan temel bir takım benzerlikler gözlense de, bir açıdan da her insan aşkı kendince yaşar ve bu etkileşim ona özgüdür. Herkesin kendince farklı şekillerde, bu konuda ortaya koyduğu ya da koyacağı şeyler vardır. Bu yönüyle kimseye aşkı öğretme ya da tanıştırmaya yönelik bir hedefim yok, olamazda. Ancak bu konuda içgörü kazanmanın ve aşkın doğası hakkında farkındalığı geliştirmenin farklı açılardan bize katkıda bulunacağını ve çeşitli riskleri azaltmaya yardımcı olacağını düşünmekteyim. Michel Reynaud’un “Aşk Hafif bir Uyuşturucudur…Genelde” adlı kitabında belirttiği gibi, “Bu sistemi anlamak, aşkın tuzaklarını bozmaya, yıkıcı tutkularından sakınmaya, arzu edildiği taktirde bağlılığa geçme şansını artırmaya ya da artık çok geç kalınmışsa bittiğinde sağ kalmayı başarmaya yarar.” Ben de bunu amaç edinerek birkaç yazıyla aşkı farklı boyutlarıyla ele almaya çalışacağım. Bu bağlamda ilk yazımda konuyu en temelden alarak, aşk sözcüğünün etimolojik yapısından ve temel bir gereksinim olarak sevgi ve şefkate yönelik özellikle anneyle geçirilen ilk yaşantıların etkisinden söz etmek istiyorum.

Nedir bu aşk denen şey? Platon’un dediği gibi aşk, ciddi bir akıl hastalığı mıdır? Schopenhauer’un deyimiyle aşk, insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzaktan başka bir şey değil midir? Monteigne’nin belirttiği gibi aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değil midir? Ya da Nietzsche’nin dediği gibi insan arzuladıklarını değil de arzularını mı sever? Aşk Stendhal’in dediği gibi kişinin iradesinde bağımsız olarak yükselen ve düşen bir ateş gibi midir? Can Yücel için, “Aşk; kelime değil bir cümledir. Kurmak içinse, özneyle yüklem değil iki yürek gerekir.” Goethe için “aşk imkansız bir çok şeyi mümkün kılar.”   O kadar farklı görüşün arkasında ne yaşanmışlıklar ve derin düşünceler yatıyordur değil mi? Belki de en basit anlatımıyla “Aşk, bir başka varlığa duyulan derin sevgidir.” Aşk sözcük olarak, aşırı sevgi ile bağlanma, şiddetle sevme, şiddetli ve yakıcı sevgi anlamlarını yüklenmiştir. Etimolojik olarak baktığımızda Arapça’da “aşaka”, sarmaşık, sıkıca sarılmak anlamına gelirken, Farsça’da “işka/işk” istemek, şiddetli muhabbet, candan sevmek anlamlarını kuşanır. Nerden bakarsanız bakın aşk sevinciyle, acısıyla, hazzıyla ve arzusuyla önemli etkileri olan bir yoğunlaşma haline benziyor.

Aşkın temellerini anne kucağında edinir insan. “Annemiz gözlerimize sevgi ile baktığında, elimizi tuttuğunda, bizi öpüp kucakladığında bunun sevgi bağını, güven duygusunu, şefkat ve hazzı işaret ettiğini öğreniriz. Bu ilk bilgi edinimleri aşk yaşamımız boyunca bizi izler.” Anneler gösterdikleri şefkat, yoğun ilgi ve sevgiyle bebeklere yoğun bir haz vaat eder.  Reynaud’a göre “Bize verdikleri haz o denli hoşumuza gider ki istek anında arzuya dönüşür, ardından arzu hazla ödüllendirilir, zevk kaçınılmaz olarak yoksunluğu peşinden sürükler.” Bu yönüyle Reynaud haz ve ıstırabın, yatışma ve yoksunluğun, biyolojik açıdan sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olduğunu dile getirir. Güvenli bağlanan, temel ihtiyaçları gerektiği zaman ve yeteri kadar karşılanan çocuklar özlemle baş edebilmeyi öğrenir. Hatta anneyle gerçekleşen bu etkileşim sonucunda bekleme süresi arttıkça alacağı zevkin de artacağını öğrenir. Böylece haz önceden kurgulanır hale gelebilmektedir. Güven geliştiren çocuk, çok fazla olmayan bir yoksunluk duygusunun üstesinden gelebilmeyi ve yoksunluğa olumlu bakış geliştirebilmeyi öğrenir böylece. Sevgi temel gereksinimdir. Yapılan araştırmalar  sevgi, şefkat ve fiziksel temastan yoksun bırakılan bebeklerin ölebileceğini de göstermiştir. İki yavru maymun zor bir seçime tabi tutuldukları bir deneyde maymunların iki yapay anneden birini seçmeleri gerekir: biri yiyecek veren, çekiciliği olmayan, demir telden yapılmıştır; öteki yumuşacık keçeden olduğu için çekicidir; ayrıca yiyecek hiçbir şey vermez. Yavru maymunlar seçmeyi reddederek ikilemi aşarlar! Yemek saatlerinde, kısa bir süre için kollarından koptukları keçe annenin yanına koşup sığınmadan önce, demir telden annenin yanında karınlarını doyururlar! “Şefkat, açlık ya da susuzlukla eşdeğer tutulan yaşamsal bir gereksinimdir.” Öyle ki Reynaud’a göre çocuklardan “Sevgisiz kalanlar (sevilmeyen dememek için), kısa boylu ve cılız olurken yetersizliğin çok belirgin olmadığı durumlarda çocuklar yaşıtlarına kıyasla daha az meraklı olurlar.” Bu durum psikososyal cücelik olarak tanımlanan şeye yol açmaktadır. Bebek bu etkileşimden hazzı, zevki, özlemi, şefkati, sevgiyi, yoksunluğu yaşamayı ve baş edebilmeyi öğrenir bu süreçte.

Freud sevginin her türlüsünün kaynağının cinsellik olduğunu iddia eder ve sevginin aile sevgisi, tanrı sevgisi gibi diğer bütün türlerinin uygarlıkla gelişen yüceltme savunma mekanizmasının sonucu olduğunu ve cinsellikten türediğini savunur. Ötekine doğru gitmeye yönlendiren güdü olarak tanımlanan arzu Freud’ta cinsel sevgi anlamında libido olarak tanımlanmıştır. Ancak insanlardaki ebeveyn imgesi Reynaud’a göre hiçbir zaman arzuların sınırsız doyumu ile bağdaşmaz. “Ebeveyn imgesinin, hazla hiç bağdaşmayan döneminin, çocukların cinsel değişimlerini yaşadıkları çağa, ergenlik çağına denk gelmesi bir rastlantı değildir…Ergenlik çağındaki çocuğun kendisine gösterdikleri özverili özenden ötürü onlara karşı büyük bir minnet duyar (Bazen!), ama cinsel haz olma olasılığını ebeveyn imgesinden net bir biçimde ayırır. Anne ve baba, çocuk için çoğunlukla yasağı simgeler.” Bu dönemden itibaren öteki insanlarla olan ilişkimiz ve konuya yönelik psişik gidişatımız kısmen yeniden programlanmış olur. Ergen ebeveyn ile duygusal bağımsızlığı için savaşmaktadır. Kimlik edinimi için her yönüyle yoğun bir dönem yaşamaktadır. Psikososyal açıdan çok yönlü olarak gelişerek ilerlediği bu yolda biyolojik değişmelerin de hızlanması ve hormon salınımının hızlanması sonucu ortaya çıkan değişimler dikkatini yine kendine odaklamasına yol açmaktadır. Ego iyice gelişmiştir. Sevgi ve şefkat ihtiyacını karşılamak, salınımı hızlanan özellikle testesteron hormonu nedeniyle cinselliğe yönelik ilgi ve yoksunluğunu doyurmak için çeşitli arayış ve girişimler yoğunlaşmıştır. Ego bizi doğru nesneye yöneltir. İhtiyaçların karşılanması noktasında her şeyi anne-babadan elde edemeyeceğini bilir ve ötekine yönelir. Aşka yönelik bu evrimin temel dönüm noktalarından biri budur. Anne ile ilk temastan itibaren evrilerek içerik ve yönelim olarak aşk bu dönemde yeniden programlanarak bizi kuşatmaya devam eder. Bu yeni program ve yoğunlaşma doruk yaşantılarla birlikte bağımlılık gibi çeşitli riskleri de barındırır. İşin biyolojik yönüyle bizi bağımlılığa iten yapısından sonraki yazımda söz edeceğim. Aşkla kalın.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir