Bebek daha ana rahmindeyken karşılaştığımız ilk sorudur “Kız mı? Erkek mi?” sorusu. Sonrasında tüm seçimlerin de bu yönde şekillendiğini görürüz. Bu durum elbette kız ve erkeklerin çeşitli farklılıklara göre geliştiğinin ve bizimde sağlıklı bir cinsel kimlik geliştirebilmeleri için ona göre davranmamız gerektiğinin kabulüne dayalıdır. Biyolojik ve psikolojik farklılıkların önemine yönelik bu tepki, yaşamı boyunca kişinin geliştireceği çoğu davranışının temelini oluşturur. Elbette ki bu farklılaşma algısı ve yüklenen görevler toplumsal cinsiyet rolleri adlı kurgunun temelini yapılandırarak, yaşamdaki bir çok yönelimimizin alt yapısına ve temel dinamiğine kaynaklık eder. Aşk da bundan nasibini alacaktır. Biyolojik bir takım farklılıklara, erkek egemen zihniyetin kendi çıkarları doğrultusunda yüklediği anlamlar ve buna bağlı olarak tanımlanan roller, özellikle farkındalığı olmayan feminist kimliğin ilk evresi olan pasif kabul evresindeki (Kadın kimliğinin bu ilk evresinde kadın, erkekleri kendisine göre üstün görür ve bu bağlamda geleneksel cinsiyet rollerini kabul eder) kadınların da desteğini alarak zamanla şemalarımızı oluşturur.
“Toplumsal cinsiyet, kadınlar ile erkekler arasındaki fiziksel farklılıkların toplumsal düzlemde kurulmuş yönlerine dikkat çekmektedir.” Bu durum özellikle geleneksel toplumlarda daha baskın olarak kadınların aleyhine işler. Toplumsal cinsiyet rolleri bu bağlamda yaşam içerisinde kadına ve erkeğe yüklenen görevleri tanımlar ki, çoğu toplumda bu özellikler kadınları hassas, anlayışlı, duygusal, nazik, yumuşak başlı, duyarlı, evcimen, bağımlı ve pasif, erkekleri ise lider, baskın, saldırgan, egemen, hırslı, güçlü ve bağımsız yani aktif olarak tanımlar. Temel birkaç biyolojik farklılaşmaya dayandırılarak inşa edilmiş bu eşitsizliğin, belli bir kesimin çıkarlarına hizmet ettiği ve iktidarlarını pekiştirdiği gerçeğini yaşamın her alanında somut olarak görebiliriz. Bu eşitsizlik doğal olarak özel ve kamusal bütün alanlara taşınacaktır.
Duygusal yönelimlerde bu durum erkeklerin hislerini reddetmelerine, duygusal yönlerini baskılayıp, fiziksel olarak güçlü olmalarına yönelik bir ihtiyaç hissettirecek, erkek diğerlerini alt ederek ve onlarla yarışarak üstünlüğünü göstermeye yöneltecektir. Böylece toplum güç kullanımı ve şiddet içerikli davranışları da bu algı yoluyla erkeklere aşılayacaktır. Diğer taraftan aynı süreçler aracılığıyla da kadınları da zekalarını yok saymaya, iyi dinleyici olmaya, düzgün ve boyun eğen olmaya ve diğerlerinin ihtiyaçlarını kendininkinden önce tutarak değerli olduklarını kanıtlamaya dönük biçimde sosyalleşmeye zorlayacak, böylece eşitsizliği kabul etmek, adaletsizliğe boyun eğmek kadını sembolize eden davranışlar olarak yansıtılacaktır. “Bu tür bir sosyalleştirme ise insanı değerleri yok sayarak kurbanlığı öne çıkarır.” Erkeklik ile kadınlık arasında toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye işaret eden toplumsal cinsiyet (gender) kavramı bu yönüyle cinsel önyargıların da temelini oluşturacaktır. Böylece insanlar bu önyargılar yoluyla ise ideal erkekle kadın arasında bulunması gerektiğine inanılan farklılıklarla göre yaşamlarını şekillendirmeye çalışacaklardır. Bugün dünyada özellikle “Üçüncü Dalga” olarak bilinen feminist hareket, toplumsal cinsiyet rolü beklentilerinin bir insanın kimliğini doğumdan itibaren derin şekilde etkilediğine ve yetişkin kişiliğine kök saldığına yönelik inançla, toplumsal alanın her yönünde değişimi sağlamak, eşitlik ve adaleti tesis etmek amacıyla mücadele etmeye, çok kültürlü bir yapı yoluyla bütünleşerek ve eşitsizliğin kurbanı olmuş alt kültürleri de kapsayacak şekilde genişleyerek devam etmektedir. Bu özelliği ile Feminist hareketin “en ideal amacı; cinsiyet ve diğer ayrımcılık çeşitleri ile baskılamanın bulunmadığı bir toplum yaratmaktır.”
Temelde biyolojik farklılığa ve çoğunlukla bu eşitsizliğe dayandırılarak ortaya çıkması istenen bir takım davranış kalıpları, duygusal ilişkilerde de kadın ile erkeğin farklı yönelmelerinin öncülü olmuştur. Örneğin erkeğin soyunu devam ettirmek açısından yaşam boyu devam edebilen sperm üretkenliğine karşı, kadınların sadece 30-40 sene boyunca ayda sadece bir ovül (yumurta) üretme kapasitesinin, partner seçiminde kadınların niteliğe, erkeklerin ise niceliğe yönelik bir tercihte bulunmalarına yönelik bir güdü oluşturduğunu iddia eden yaklaşımlar vardır. Bu yönüyle kadının seçilmesi için çoğalma işlevini yerine getirmesi yeterli iken, erkeğin bunun yanı sıra farklı yetenek ve özellikleri ile seçilmek için çaba göstermesi gerektiğine yönelik bir algıya yol açmaktadır. Yine bu farklılaşmanın (!) ilişkilerdeki kıskançlığın yönünü de belirlediği varsayılmaktadır. Buna göre “biyolojik çıkarlar farklı kıskançlık tepkilerine neden olur. Kültürel farklılıkları dışarda tutarsak erkekler kendilerinden yakışıklı olanı değil daha güçlü olanı kıskanırken, kadınlar daha çok güçlü olan değil güzel olan kadınları kıskanır. Erkekler daha çok cinsel sadakatsizliği hazmedemezken, kadınlar daha çok duyusal sadakatsizliği hazmedemez.” Bu durumda kadınlar, aldatılmalarına, yaralanmalarına neden olan kadınlıklarını bastırmaya, unutmaya çalışırken, erkekler, aslında çok da emin olmadıkları erkekliklerini kötü bir yol seçerek canlandırmaya çalışırlar. Yine varsayımlara göre arzu karşısında cinsiyet farkı şu şekilde ortaya çıkmaktadır: “kadın vazgeçilmez yuva yapma dürtüsüyle güdülenmiş, gebelik dönemini en iyi şekilde geçirmek ve yavrularını büyütmek için partner arayışına girerken, erkekler içgüdüsel olarak cinsel hücresini olabildiğince fazla alana serpiştirmek dürtüsüyle güdülenir.” İş bu kadarıyla da bitmez; kadınların cinselliğe erkeklerden daha az düşkün olduğu önyargısından tutun da erkeklerin cinsel olarak aşağılanmasının dönüp dolaşıp yine kadınlar üzerinden oluşmasına varıncaya kadar bir çok durumda aşklar bu inançların gölgesinde bir saman alevi gibi parlayıp sönmeye mahkum edilmiş etkileşimlerin ötesine geçemez.
Toplumsal cinsiyet algısının hayatımızın ne kadar da büyük bir belirleyicisi olduğunu bu örnekler yeterince ortaya koymaktadır. Kültürün ve biyolojinin birbirinden bağımsız olmadığını anladığımız bu zamanda, daha da öteye giderek biyolojinin kültürü belirleyen temel dinamik olduğuna yönelik olan doğrusal bakış açısı, kültürün de biyolojiyi etkilediğine yönelik döngüsel bakış açısına egemenliğini teslim etmektedir. “Bugün hayat şartları değişmiştir elbette: Kadınlar “kaynakları” için artık doğrudan erkeklere bağlı değildir.” Feryal Saygılıgil’in “Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları” adlı kitabında belirttiği gibi, “Bir şeyin doğal olduğunu iddia etmek, o şeyin değiştirilemez olduğunu ima etmektir…Faşizm ve cinsiyetçiliğin ayrımcılıkların meşrulaştırılmasında bedene sıkça başvurmasının sebebi budur.” O halde, toplumsal cinsiyet bilinci eğitimi çok erken yaşlarda verilerek, bireylerin bu kalıplara sokulup şekillendirilmemesi için gerekli duyarlılık ve sorumluluğu herkesin üstlenmesi, eşitlik ilkesine ve her yönüyle hayatı paylaşmaya dayalı aşkların yaşanması için ivedilik kazanmıştır.