AŞK OLSUN / HAZİRAN’DA YİTİP GİDENLERE

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Aşk Olsun” adlı yazı dizisinin son yazısı olması niyetiyle oturdum klavye başına. Aylardan Haziran. Hem de ikisini üçüne bağlayan gece. Yani Ahmed Arif’i Nazım Hikmet’e kavuşturan gece. Öyle bir gece ki sevdanın şiire dönüştüğü, şiirin türküyle tutuştuğu gecedir. Hani bazı bayramlar vardır; insanlar barışır, kin ve nefrete karşı sevgi ekmek için daha bir kuruludur yürekler. Kirlenmiş bir insanlığın bağrında çocuk gülüşleri ve neşesi oyuna durur. Özleme duran duaların fısıldanması gibi her boşluktan rengi sevdaya çalan sözler dökülür. Akıl duygulara teslim olmuştur. Öyle ki insanın mantıkla kurulmuş cümlelerinin akademik soğukluğunu, ezgiye dönüşmüş bir şiir kaynatır durur:

“…sokaktayım / gece leylak / ve tomurcuk kokuyor /yaralı bir şahin olmuş yüreğim / uy anam anam /haziranda ölmek zor!…neden böyle acılıyım / neden böyle ağrılı / neden niçin bu sokaklar böyle boş / niçin neden bu evler böyle dolu? / sokaklarla solur evler / sokaklarla atar nabzı / kentlerin / sokaksız kent / kentsiz ülke / kahkahanın yanıbaşı gözyaşı…”

 

“Benim ülkemde haziran, gül-gelincik-kiraz ayıdır.” der Hasan Hüseyin Korkmazgil bu şiirin dudaklardan dökülüşünü açıklarken kitabında. Havanın leylak ve tomurcuk koktuğu bir gün 3 Haziran 1963’ te büyük usta Nazım’ın ölüm haberini alır. İçine akıttığı acılar aynı dizelerle üstelik kendiliğinden bu sefer 2 Haziran 1970’te ağzından dökülüverir. “Hava leylak / ve tomurcuk kokuyor / uy anam anam / haziranda ölmek zor” Bu sefer yakın dostu Orhan Kemal’in ölüm haberini almıştır. Kendi deyimiyle 1976’lara değin dolduğu bu türden acılar ve bu dizeler onu bir kitaba zorluyordu ve 1977’de Nazım’ın ve Orhan Kemal’in özlemiyle “Orhan Kemal’in güzel anısına” atfettiği bu şiiri tamamlar.

Sevilmek değildir insana şiirler yazdıran. İnsan seviyor olmaktan dolayı yazar şiirlerini. Tıpkı Nazım’ın Piraye’ye yazdığı şiirler ve mektuplar gibi, kimi zaman mahpusta, kimi zaman sürgünde:               “Dağın üstünde:  akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var /  dağın üstünde. / bugün de : sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.”

Sonra Vera’ya seslenecekti gurbette: “…bu şehrin bana verdiği en tatlı yemiş / en akıllı söz / en insan sokaksın / günlük güneşlik rüzgarım benim / saçları saman sarısı kirpikleri mavi karım benim.”

2 Haziran 1991. Yine bir haziran ayı. Bir yıldız daha kaydı. Ahmed  Arif.  Oda şiirlerinin en güzellerini Leyla Erbil’e yazmıştı. Aşk acısıyla, özlemiyle, neşesiyle kendini dayatır ona tutulana. Bir dip dalgası gibi. Dilin kıyılarına kendini vurana kadar fokurdar yürekte. Şöyle seslenecek 1954’te yazdığı mektupta: “Leyla, Canım. Kayb, berbat ve sessizim… Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu.”  Mektuplar ve şiirlerde her sözcük tüm yüklendiği duyguların ağırlığıyla kuşanmış, gürül gürül akar, satır satır dökülür kağıda. Söylenen bazı dizeler öyle güçlüdür ki nesiller geçse de kolektif bilinçdışının bir aktarımı gibi kendini aratır yeni aşıklara. Bu sözcüklerin tek bir ideolojisi vardır o da aşktır. Hangi inanca sahip olursa olsun ve hangi dili konuşursa konuşsun, insana kendi köklerini hatırlatır gibi sıcaklık hissettiren tanıdık evrensel bir duyguyu anlatır bazı dizeler. Tıpkı Ahmed Arif’in Leyla’sı için “Hasretinden Prangalar Eskittim”de seslendiği gibi: “Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin / Yitirmiş öpücükleri / Payı yok, apansız inen akşamlardan / Bir kadeh, bir cıgara / dalıp gidene / Seni anlatabilsem seni…/ Yokluğun, cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum, kapama gözlerini…”

               Şiir barıştır, aşktır, özlemdir ve kimi zaman kavgadır. Şiir şairin duasıdır. Birleştiricidir. Özden gelir. İnsanın özü birdir. Şiir bir sanat eseri olarak da bütün sınırların ötesine geçebilir. Bütün farklılıkları kendi kabında eritir. Aşk gibi tüm kusurları örter. Güzel olanı özletir. Ayırımcılıktan utandırır. Şiir kabuldür, davettir, özgürlüktür, eşitliktir ve kimi zaman isyandır. Öyle ki 7 Haziran 1987’de hayata veda eden bir diğer şair Cahit Zarifoğlu ideolojik olarak tam karşıda olanların şiirleriyle büyülenmiştir. Sezai Karakoç, Necip Fazıl gibi “mukaddesatçı” abilerinden çok gece gündüz Cemal Süreyya, Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın şiirlerini okurdu. Cemal Süreyya’ya öyle bir yakınlık duyar ki, bir gün Paris’te iken ona bir mektup yazarak şunu teklif edecektir: “İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?”. Toplumda kamplaşmanın, ötekileşmenin belirgin olmadığı, özlenen yıllar. Sevginin dili ortaktır. Kelimeler insandan insana farklı olsa da anlamlar, arayışlar, duygular birbirine yaklaşır. Cahit Zarifoğlu seslenir: “Ayrılıkla başım belada / gözlerini çevir gözlerime / Yoksa sensiz bu sensizlikle / Delirir gibiyim / Sensiz bu sensizlikle”.

Sanat bir sarılma halidir. “Duyulmayan Anlamın Çığlığı”dır. Asıl nesnesine kavuşamayan enerjinin yön değiştirmesidir. Sevginin tüm duyularla sentezlenmesidir. Daha önce dediğim gibi, “Sevdiğinize tüm duyularınızla sarılın. Her duyu organı sarılmanın bir başka formunu icra eder. Böylece aşk vücuda bürünür.” Yabancılaşmanın, savrulmanın, yalnızlığın ve kaygının egemen olduğu günümüzde bu şerbete ihtiyaç vardır. Yine “Hava leylak / ve tomurcuk kokuyor.” ve benim böylesine bir gecede  sabaha karşı başladığım bu yazıyla olan yolculuğumda, şu dizeler yüreğimden süzülüp  menzile ulaşıyor: “Yüreğim seni aşeriyor sevgili / bilesin ki sen çekmeği dilediğim tek doğum sancısısın. “Haziranda Ölmek Zor” ve bu vesileyle sevgiyi bilenlere Hasan Hüseyin’in duasıyla seslenmek isterim: “Dilerim on üçüncü ayda ölesiniz.” Canlar sevgiyi hafife almayın. Taşıyabilene AŞK OLSUN…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir