Pandemi, deprem, kadın cinayetleri, çevrecilerin- maden işçilerinin yerlerde sürüklenmesi…
Paramızın döviz karşısında sürekli değer kaybetmesi, kötü yönetilen ekonomi, düşen alım gücü, siyasi operasyonlar, savaş naraları, iç ve dış politikadaki kaygı verici gelişmeler, ölümler…
Bu saydıklarım, artık gündemimizden düşmeyen, bizlerinde kanıksadığı bir Türkiye klasiği.
Bunlar yetmezmiş gibi, bir de “çok önemli”, çok fark edecekmiş gibi, “Amerikan başkanı acaba kim olacak” gündemi.
Böylesi bir düşünceyle ve böylesi bir ruh haliyle klavyenin başına geçtim.
Bilgisayarıma yüklü Spotify’ dan klasik müzik bulup, benim ve tekli koltukta kurulan kedimin de duyabileceği şekilde sesini ayarlayarak, “Bugün gazeteye hangi konuda yazsam?” diye kara kara düşünmeye başladım.
Elbette, içinde bulunduğumuz bu kötücül süreçte mizah türünden bir şeyler yazmanın absürd ve doğru da olmayacağının farkındayım.
Ve yavaş yavaş… geçmişten bugüne kadar, sistemce bizlere atfedilen olumsuz sosyal, ekonomik, politik koşulları zihnimde ve gözlerimde canlandırmaya başlıyorum birer birer…
Düşünürken… Ahmet Arif’in şiiri birden düşüyor aklıma…
“…Dört yanım puşt zulası/ Dost yüzlü/Dost gülücüklü/ Cıgaramdan yanar/Alnım öperler/ Suskun, hayın, çıyansı/Dört yanım puşt zulası/Dönerim dönerim çıkmaz/ En leylim gecede ölesim tutmuş/ Etme gel/ Ay karanlık…”
Gerçekten de her yanımız kötülük, felaket, dört bir yanımız puşt zulası…
Aynen, Pandora’ nın kutusu gibiyiz; açıldıkça, saçıldıkça kötülük, felaket saçılıyor dört bir tarafımıza.
Ne kadar kötülük biriktiriyor, ne kadar nefreti körüklüyoruz, ne kadar ayrıştırıyor, ne kadar ötekileştiriyoruz; insanı, doğayı, hayvanı…
Birden gözlerim tek kişilik koltuğunda bulunan kedime takılıyor. Klasik müziğin ritminden olsa gerek, çoktan mışıl mışıl uykuya dalmış gibi.
Bir an için bakarken kedime, dalıyorum: “Yaşadığımız bu dünyanın, belki de en masumları, en kirlenmemişleri, en iyileri bunlardır” diye aklımdan geçiriyorum!
Birden Fransız politik düşünür Montesquieu sözü geliyor aklıma: “Her Toplum, Layık Olduğu Gibi Yönetilir.”
İtiraz duygularım kabarıyor.
Her ne kadar Montesquieu “Her Toplum, Layık Olduğu Gibi Yönetilir” şeklindeki bir sosyolojik, politik bir durum tespiti yapmış ise de, olumluluk anlamda bir itirazım yok; ancak, içinde yaşadığımız mevcut soysal, ekonomik, politik olumsuz koşulları bakımından itiraz ediyorum, karşı çıkıyorum bu söylemine…
Çünkü, bugünkü içinde bulunduğumuz bu olumsuz koşulları ben istemedim. Sistem dayatıyor bunu bana, zaten sistemle kavgam bu yüzden. Bu nedenle, ‘hayır!’ kabul etmiyorum” diyorum, kendi kendime…
Bunca içsel sorunlarımız yetmezmiş gibi, bir de, “Amerikan başkanı kim olacak?” gündemi ekleniyor kendi gündemimize.
“Amerikan başkanı kim olacak?…
Covid-19 denen ve dünyanın başına bela olan pandemiden, insanlık ne zaman kurtulacak?..
Kötü yönetilen ekonomi düzelecek, iç ve dış politikada istikrar sağlanacak mı?..
Artan döviz karşısında sürekli eriyen TL cinsinden almaktayız ve aldığımız aylık maaşlarımızın durumu ne olacak?..
Diye sayıklarken… Bu kez de, ülkenin en batısından, Güney Ege’ nin incisi “Gavur İzmir” den gelen zelzele haberiyle sarsıldık.
Yıkılan binalar ve bu yıkılan binaların enkazı altında kalanların kurtarılması için, gönüllüler ve görevliler tarafından can siperane hummalı bir çalışmalara dair görüntüleri, çoğu insan gibi bende ekranlardan canlı olarak izledim.
Enkazın altında sağ kurtarılan her can bizleri duygulandırdı, umutlandırdı. “Başka canlar sağ çıkar mı?” diye ekranlara çakılı kaldım saatlerce…
Enkaz altından insanlar kurtarılmaya çalışıla dursun, yine bildiğimiz depremle ilgili dini-milli klişe sözcükler, devlet büyüklerimizin ağzından, her yaşanan depremde olduğu gibi tekrarlandı durdu.
DEPREM ÖLDÜRMEZ, KAPİTALİZM ÖLDÜRÜR!
“Deprem Öldürmez, Kapitalizm Öldürür” ü dillendirilecekleri yerde, işi “kader”e bağlayıp depremin büyüklüğü üzerinde, dün Ortadoğu, bugün ise deprem stratejistleri (!) kesilen bir takım şahısların kendi aralarında yaptıkları kısır tartışmaları TV ekranlarından izleyip durduk günlerce; “6,3 mü, 6 9’ mu, 7’ mi?” diye…
Bu da yetmezmiş gibi, her enkazdan kurtulan canlı üzerinden, kendilerinin marifetiymiş gibi fotoğraf veriyorlardı topluma.
Akılları sıra, depremde rant uğruna çürük binaların inşasına izin verenleri; çöken ve hasar gören binaların yapımında sorumlulukları ve ihmali bulunanları; çarpık yapılaşmaya siyaset uğruna “İmar Affı” adı altında her seçim öncesi buna izin veren siyasi sorumluları adeta aklamaya, unutturmaya çalışıyorlardı.
Annesi beton molozları altında kalarak can veren “Ayda bebek” üzerinden, gözyaşları ile kendi vicdanlarını rahatlamaya, ruhlarını ise temizlemeye çalışıyorlardı.
Rant ve siyaset uğruna çarpık kentleşmeye izin verenler, bir gün elbet hukuk önünde hesap vereceklerdir.
O arkasına gizlendiğiniz, Ayda bebek’in minik elleri bile, sizleri işlediğiniz suçlardan kurtaramayacaktır.
Yazım sonlandırırken, içimde ve dışarıda kasvetli bir hava var.
Kedim, halen klasik müziğin ritmiyle kendinden geçmiş, insan yaşayışından bağımsız, her türlü kötülükten, felaketten azade; masum, tertemiz, günahsız ve insan olmamanın huzuruyla, mutluluğuyla mışıl mışıl uyumanın keyfini çıkarıyor, kendine münhasır tekli koltuğunda.