Aslında, Mersin ile ilgili dört bölümden oluşan yazı dizimin 3’üncüsüne devam edebilirdim. Ama haftaya kaldığımız yerden tekrardan devam etmek üzere, “bu haftalık böyle olsun” dedim.
Yaşadığınız coğrafyada içerde ve yanı başınızda yaşanan bir takım olaylar silsilesi nedeniyle, kasvetli bir hava üzerinize çökmüş, halet-i ruhiyeniz çok kötü, her yer size flu ve her yer gri…
Böyle bir ruh haliyle, bu hafta ne yazsam diye kara kara düşünürken, birden ‘biraz hayal dünyasında gezineyim’ dedim ve gözlerimi kapayarak, klavyenin tuşlarına dokunmaya başladım.
İnsanoğlu, daha güzel, daha kolay, daha rahat, daha yaşanabilir bir hayat kurabilmek için, M.Ö. 8000-5500 yıllarında, birbirine yakın aileler belirledikleri alanlara, yerleşik hayata geçmenin, site şehirler oluşturarak topluluk olmanın, birlikte yaşamanın arayışı içerisine girmişlerdir.
Buradaki asıl amaç; çıkardıkları birtakım yasalarla, sınırlarının çizildiği ulus devletler oluşturmak değil, daha demokratik, daha çağdaş bir modern yaşamı pratikte hayata geçirmektir.
Yerleşik hayata geçtikten sonra da, o çağa damga vurmuş filozofların referans ve yol göstericiliği ile de, felsefi kuram üzerinden hukuksal-sosyal bir takım düzenlemeler yapmışlardır.
Birbirini takip eden dönemler içerisinde ayrıca mutasyona uğrayarak; ilkel komünal toplumdan, köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist topluma doğru olumlu-olumsuz anlamda evrilmişlerdir. Bunu yaparken de, sürekli daha iyi bir yaşamın izini sürmüşlerdir.
Diyalektiğin doğası gereği elbette değişim dönüşüm kaçınılmazdır. Ancak olumlu yönde değişim ve dönüşümün yanında, görece tam tersi olumsuz bir durumdur da aynı zaman da…
Peki, beş kıtadan oluşan bu evrende, her türlü musibetin, kanın eksik olamadığı, ölümün kol gezdiği lanetlettirilmiş bu coğrafya da yaşadığını sanan herhangi birine sorarsanız: Nasıl bir yaşam tahayyül ediyorsunuz? Size, “ Kavgasız, patırtısız, her bireyin özgür olduğu, hak, hukuk adaletin tesis edildiği, emeğinin karşılandığı, aşkın, sevginin alabildiğine yüreğinde his ettiği, çevrenin, ekolojik yaşamın tahrip ve talan edilmediği, toplumsal barışın sağlandığı, daha demokratik, daha çağdaş, laik, özgür bir ülke ve bir dünya hayal ediyorum” şeklinde klişe bir cevap verir.
“Böyle bir yaşam ve dünya hayal ediyorsun da, bunun için ne yapıyorsun,” diye sorsam?
Cevap: “Hiç!”
—“Peki memnun musun, mutlu musun yaşadığın ülkenden?”
—“Hayır abi, nerde… inancın olsun, bıraksalar, fırsatını bulsam, beş dakika kalmam bu ülkede! Abi, iki laf edeni daha laf ağzındayken alıyorlar. Mesela ağzınızdan ‘barış, emek, iş, ekmek, özgürlük, hak, hukuk, adalet demokratik hayat’ gibi sözcükler yanlışlıkla bir çıkmaya görüversin ağzınızdan. Şimdi size bir sır vereceğim, aramızda kalsın abi. Eşimin adı Adalet, bir kızımın adı Eylem, bir kızımın adı Berfin, diğerinin Helin; Bir oğlumun adı Barış, diğer oğullarımın ismi Özgür, Baran, birinin Civan, bir diğerinin Deniz… Abi inan, kalabalık içerisinde, ulu orta, birbirimizi isimlerimiz ile çağırırken bile, korkudan tir tir titriyoruz, başımıza bir şey gelir diye…”
—“Peki, nerede yaşamak istersin?”
—“Almanya, Belçika, İskoçya, Hollanda, Kanada, Danimarka!..”
—“Peki, çözüm mü?”
—“Yok abi, ama…”
—“Hangi partiye oy veriyorsun?”
—“Abi, biz ailece Adalet Parti geleneğinden, yani sağcı bir gelenekten geliyoruz. Elhamdülillah da Müslümanız!..”
—“Peki, diyelim… Demin saydığın ülkelerden birine gittin ve yerleştin, orada da sağ partilere mi oyunu vereceksin?”
—“Yok abi, inşallah, kısmet olurda oraya yerleşirsem, Sol-sosyalist, Komünist Partilere! Bir de Yeşiller Partisi varmış! Yabancıları kucaklayan, etkin, düşünsel ve dinsel özürlükleri savunan partilere oyumu vereceğim Allah’ ın izniyle!..”
Böyle toplumsal bir ruh haliyle yaşadığımız bu ülkeyi kendi tahayyüllerimiz yönünde düzeltebilir miyiz? Bilemiyorum.
Siz bana bakmayın…
Genel genetik hatlarıyla tipik Ortadoğu’nun karakteristik özelliklerini taşıyan, üç maymunları oynayan toplulukların bulunduğu ülkede benimkisi sıradan bir niyet, bir hayal, görmek istediğim bir düştür!