Bir tarafında “Beyaz Zambaklar Ülkesi”nin çocukları, diğer bir yandan yaşadıklarına “kader” diyerek ölümü sıradanlaştıran, neye, kime karşı savaştığını bilmeyen çocukların ülkesi!
Yaşadığım(ız) kötülüklerin, acının, gönül kırılganlığımın kağıt üzerinde çetelesini tutmam, adetim değildir.
İnsana, doğaya dair ne varsa, yaşanan bütün kötülükleri de, hayal kırıklıklarını da, gönül kırılganlığını da yüreğime kazırım.
Hani, hatırlarsanız, eskiden, çocukluk yaşlarda, bir oyun oynardık; Saklambaç!
Hani, oyunda körebe olan, duvara doğru başını dayar ve gözlerini sıkı sıkıya(!) kapatırdı. Belirlenen rakama kadar da sayardı; bir, iki, üç, diye… Ve en sonunda: Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe!, diye bağırırdı avazı çıktığı kadar.
Oyunun kuralı buydu!
Çocuktuk, o zamanlar hayatı hep “saklambaç” gibi bir oyun sanırdık.
Koşturur zıplar, keyiflenir, farkında olmadan etrafa mutluluktan gülücük polenleri salar, yeryüzünü, gökyüzünü adeta çiçek bahçesine çevirirdik.
Gökyüzünde kelebekler; yeryüzünde ise, biz çocuklar mutluyduk.
Çocuksu gözlerle ve çocukça hayallerle dalar, hayatı, herkesi de kendimiz gibi mutlu bilirdik.
Şimdi ise, dönün çocukları bugünün büyükleri olduk.
Bu kez yine yüzümüz duvara dayalı, iki avucumuzla gözlerimiz sımsıkı kapalı: “önüm arkan, sağım solum her yanım ölüm, her yanım gözyaşı, her yanım felaket!” diye bağırmak istiyoruz, ama nedense hep birlikte yan yana gelip bağıramıyoruz!
Yeni yıla girerken, bu köşemden: “ben, yeni gelecek bu yılı kutlamak istemiyorum, yine geçen yılın felaketleri, kötülükleri 2020 yılına devir olacak” diye yazmıştım endişe içinde.
Endişelerimde haklıydım, boşa değildi.
Görünen köye kılavuz istemez misali…
Ülkemiz, bizler, cumhuriyet tarihinin en kötü yönetildiği dönemi yaşıyor.
“Yurt da dost, Cihan da dost” politikasından uzaklaşınca, yaşanan bu durum ister istemez iç ve dış politikaya da olumsuz yansıdı.
Zaten, Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana yalpalayan ülke ekonomisi, siyaset alanı, sonucunda kurumlar ile birlikte toplumsa yapıyı, sosyal alanlarını da erozyona uğrattı.
Bunlar da yetmezmiş gibi, deyim yerindeyse “doğanın gazabına” uğradık.
2020 yılının birinci ayı olan ocak ayını bitirip, dört bir yılda 29 çeken şubat ayına henüz gireli beş gün oldu ben bu yazıyı yazarken.
Ardı ardına yaşanan depremler, trafik kazaları, sel, yangın, intihar vakaları, kadın cinayetleri, ülkemizi de tehdit eden Corona Virüsü, çığ düşmesi sonucu yaşamını yitiren onlarca can!
Doğaldır, doğa, doğası gereği kendini var ederken, içindeki bitki, hayvan (insanda düşünen hayvandır) türlerini yok etsin diye kodlanmamıştır Doğa hep barışıl olmuştur. Ancak, doğa de kendisine yapılan tahribatın, zulmün farkındadır. Yeri ve zamanı geldi mi, öcünü bırakmaz, almayı bilir!
Burun yegane sebebini “kadere” indirgemek son derece saftirikliktir. Bunun yegane sebebi: kötü yönetilmek, bilme karşı gelmek, para ve kar hırsı sebebiyle doğa ve insan üzerinde uyguladığımız vahşi kapitalizmindir.
Ayrıca, yanı başımızda devam eden Suriye ve Ortadoğu halklarının kendi iç meselesi olan iç savaşta yürütülen vekalet savaşları sonucu meydana gelen ölümleri de doğal afetler sonucunda meydana gelen ölümlerden ve ortaya çıkan tahribattan ayırmazsınız, bu da doğanın diyalektiğine aykırıdır.
Burada savaşırken, hem birbirimizi tüketiyor, hem de üzerinde yaşadığımız doğayı da tahrip ediyoruz.
Ölümün soğuk uğultusu, artık kulaklarımızdan yüreğimize doğru hızla akıyor.
Bu yazıyı yazarken Van’ dan gelen çığ ve Sabiha Gökçen Havaalanı’nda meydana gelen uçak kazasında 40’ dan fazla resmi ve sivil canların ölüm haberi!..
Acının tarifi olmaz, biliyorum.
Şair Ahmet Arif’in dediği gibi: ‘Nerede bir can ölse/Oralı olur yüreğim/olmalı zaten/Olmazsa insan olmaz yüreğim’
İşte böyle bir dünya!
Bir tarafında “Beyaz Zambaklar Ülkesi”nin çocukları, diğer bir yandan yaşadıklarına “kader” diyerek ölümü sıradanlaştıran, neye, kime karşı savaştığını bilmeyen çocukların ülkesi!
Bizler, yaşadıklarına “kader” diyerek ölümü sıradanlaştıran çocukların ülkesindeyiz!