BİR İNSAN HAKKI OLARAK RED ve BİR VAROLUŞSAL GERÇEK OLARAK VİCDAN / ÇAĞRI CEZAROĞLU YAZDI

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Öğretilmiş yaşam klasiği olarak, doğar, büyür, yaşar ve ölür insanoğlu. Bu süreçlerin, ölümü hariç tutarsak, tümünde bir yaşam kokusu vardır ve kişi ana gayesi ölmemek olan bir canlı olarak yer tutmaya çalışır evrende. İpin ucunu kaçırıp daha da ileri gidecek olursak, doğmak, büyümek, yaşamak ve ölmek dörtlemesinin finali olan ölümde dahi gizli bir yaşam kaygısı, gizli bir ölümsüzlük düşü yeşerttiğimizi görürüz ki bu uzun yaşam arayışları ile apaçık eder kendisini. Doğası yaşam üzerine kurulu bir canlıdan başka bir tavır beklemek ahmaklıktan öte bir gerçeklik olmasa gerek…

Dünya tarihinde ölümü en güçlü çağrıştıran sosyal eylemin savaş olduğu gerçeği, Hiroşima ve Nagazaki semalarından, görünmeyen insanların üzerine bırakılan iki nükleer başlık vesilesi ile ispat etmiştir kendi gerçekliğini. Savaş, başlıbaşına bir ölüm sebebi olmaktan öteye, doğası bunca yaşama yakın olan insanca üretilmiş en güçlü ölüm mekanizmasıdır. İçgüdüsünün en güçlü yanı yaşayabilmek ve bunu süreğen kılmak olan insanoğlunun, ölümü bunca çok kılan edişe bizatihi özne olması,ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de; bu, öldürme becerilerinin altında yatan silah üreticiliğinin ve silahın para edişinin ne kadar büyük bir itici güç olduğunu bize unutturmamalı.

Bu sıkıcı girizgahın ardından; aslen yaşamak için çabalayan insanın, yolda başına gelenler vesilesi ile öldürmek için çabalayan insana dönüşmesine dair edilecek kelâmın yeri gelmiş olsa gerek.

Emperyalizmin sevgili çocuğu faşizm, ki; kapitalizmdir diğer ebeveyni, varlığını, insan doğasında üretmeyi başardığı ait olma duygusuna borçludur temel olarak. Ait olma çabasındaki insanoğlu, kendisine kazandırılmış! bu duygunun açlığı ile öznesinde yer eden tüm insansı duyguları yok sayarak, bir aidiyet çığırtkanlığına ve çılgınlığına mahkûm olur. Bu mahkûmiyet, kişiye, emir alma, emir verme, ölme, öldürme, kitlesel görünen ama aslen kalabalık bir bireyselliğin ifadesi olan kişiliksizleşme halini dahi kutsal! bir üniformaya gizleyerek giydirebilir. Bu giyinişe en güzel örneklerden birisi, Jaroslav Hašek’in fikrime ilham kaynağı olan eserinde bahsi geçen “Aslan Asker Şvayk” olmuştur: “ Švejk, Avusturya İmparatoru’na sadakatle hizmet etmeye öylesine heveslidir ki, kimse onun apaçık bir embesil mi olduğunu yoksa Avusturya-Macaristan Ordusu’nun savaş çabalarının altını kurnazca kazıdığını anlayamaz.”

Bir diğer giyiniş örneği olarak Georg Büchner’in tahminen 1836 yılında yazmaya başladığı, “Woyzeck” gösterilebilir. Aldığı ilaçların ve yediği yemeklerin bir sonucu olarak “terzi” Woyzeck nasıl olur da itaatkâr bir askere dönüşür…

Bu ve bunun gibi günümüz örneklerinde olduğu gibi, düzen kendisine dair bir reddediş varsaydığı herşeyi bir politik kıyafete bürür. Aslında ortada politik bir üslup değil, insani bir tavır olsa bile bu, düzenin bir şekilde politize ederek terörize ilan ettiği bir tanım kazanır ve düzen bu insani tavra karşı kendi meşruiyet duygusunu yayar ve bu duyguya körü körüne bağlanır. Ki burada politik bir reddedişin insani olduğu gerçeğini yok saymak halinde değil, insani bir reddedişin politikayı da aşan bir asıl ve asil, vicdani reddediş olduğundan yola çıkıyoruz.

Oysa red dediğimiz şey basit bir insan hakkıdır ve vicdan, bir haktan öte, basit ama kocaman bir insan vasfıdır.

Tüm bu sezi ve sanılar ışığında, günümüz dünyasına gelecek olursak; karşımıza emir-komuta zincirine mahkum edilmiş bir vatandaşlık olgusu, ölmenin erdem olduğuna inandırılmış söyleme sahip bir yandaş ordusu çıkacaktır. Herhangi bir değer uğruna ölmeyi ve öldürmeyi yaşamsal bir gerçekliğe sığdıran ve hatta kutsallaştıran günümüz sistematiği, bizleri birer Şvayk gibi embesilliği şüpheli, birer Woyzeck gibi ilaçlanmış emir kulları haline getirmek için elinden geleni koymuyor ardına.
Ve unutulmaması gereken bir sorudur, kimler ölür savaşta… Şvayklar Woyzeckler kimlerdir… Neden dünyanın emekçileri ilk kurbanlarıdır savaşların…

Ama Cezayir Savaşına gitmek istemeyen Fransız askerleri için yazılmış bir Boris Vian şiiri , günümüzü ve dahil olmamız istenen sayısız savaş hakkındaki fikrimizi özetlemekte…

“Sayın başkan beyim
Bu mektubum size
Vaktiniz elverirse belki okursunuz diye…
Ordudan bir emir geldi,
Çarşamba akşamdan önce deniyor belgelerde
Savaşa gidecekmişim…
Sayın başkan beyim,
Hiç niyetim yok buna
Birkaç adam vurmaya gelmedim ben dünyaya.
Şunu iyi biliniz, sizi kızdırmak değil derdim,
Kararımı çoktan verdim
Firar edeceğim…
Doğduğumdan beri
Babam,ağabeylerim gidip, ölüp dönmediler.
Hep ağladı bebekleri.
Yalnız acı verdi anneme
Mezarına girene kadar şimdi yattığı yerden alay ettiği bombalar.
Hapisteydeyken bir yerlerde benden karımı çaldılar
Or’da ruhumu aldılar bütün geçmişimle birlikte.
Ama yarın sabah erken
Kapım kapanacak ölü yıllarımın üzerine
Yollar benimle tanışacak
Hayatımı bir dilenci gibi Fransa yollarında gezdireceğim.
En kuzeyden ta güneye
Ve herkese şunu diyeceğim:
İtaat etmeyin…
Yapmayın söyleneni…
Reddedin… Savaşa gitmeyin…
Eğer illa akacaksa kan; mutlaka gerekliyse bu,
Önce sizinkinden bir damla görelim sayın başkan
Ve eğer düşecekseniz peşime
Silahsız olduğumu söyleyin erlerinize
Ve söyleyin
İsterlerse bassınlar tetiğe…”

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir