2016 yılında İspanya’nın Madrid kentinde bir proje kapsamında 14 günlük eğitimdeyim. Kaldığımız butik otelde ortama uyum sağlamaya çalışırken beni en fazla kaygılandıran şeyin daha hava limanından itibaren baş gösteren “Nerede ve nasıl sigara içebilirim?” düşüncesi olduğunun da farkındayım. Malum ülkemizde bu konuda pek bir sıkıntı yaşamamıştım. Bizim insanımız hemen her yerde sigara içme hakkını (!) kendinde bulduğundan bu konuda rahattık. Hatta sigara içmeyenler, misafirperverlik ruhundan olacak ki, bizim memleketterahatsız oldukları zaman bile neredeyse problem olmadığına dair yemin edecek kadar da ince bir ruha sahiptir. Ama bu sefer kurallarını bilmediğimiz bir ülkedeyiz ve Avrupa’da sigaraya karşı takınılan katı tutumu daha önce okumuş ya da duymuştuk. Boş bir sigara paketini izmaritleri atmak için cebime attım, biten sigarayı ayakkabı tabanında söndürüp bu kutuya atacaktım. Hazırdım, artık sokaktaki ilk sigaramı içebilirim. Düşündüğüm gibi de yaptım, etraf temiz görünüyordu ve ilk sigaramı içtikten sonra sigaramı, büküp havaya kaldırdığım ayağımdaki ayakkabının tabanında söndürüp cebimdeki boş sigara kutusuna attım. Ne büyük bir gurur. Çok değil yaklaşık bir saat sonra ikinci sigarayı İngiliz vatandaşı bir kadın olan eğitmenimizle birlikte dışarıda içtik. Hızlı içtiğim için sigaram onunkinden önce bitti ama nedense kendi bulduğum yöntemi onun önünde uygulamak konusunda tereddüt ettim. Bitmiş sigaram, ucunda köz olduğu haliyle elimde eğitmenin davranışını bekliyor gibi. Ve biraz sonra eğitmen elindeki sigarayı yere atıp ezdi. Şaşkınlık duygusu kısa sürdü, bu duygunun yerine içimi bir rahatlık kapladı ve davranış gecikmedi. Zaten bu davranışta ustayız. Sigarayı yere attım ve ayağımla az önce atamadığım sigaranın öcünü alır gibi eze eze çiğnedim.
Sosyal bir varlık olan insanın davranışları gerçekte ne kadar kendi özgür idaresince ortaya konmakta? Davranışlarımızı, kararlarımızı başka insanların varlığı nasıl, ne kadar ve hangi yönde etkilemektedir? Bu soruların ve daha fazlasının cevabını bulmak için sosyal psikolojiden yardım alacağız. Özellikle 1930’larda İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ve hissettirdiği travma ve şaşkınlık insanın başkalarından etkilenen davranışını araştırmayı ön plana çıkarmıştır. Bugün özellikle pazarlama ve siyaset dünyası reklamlar ve çeşitli medya araçları aracılığıyla insanların tutumlarını, tercihlerini istedikleri yönde manipüle etmeyi amaç edinmektedir. Peki nedir sosyal psikoloji? Birçok şekilde tanımlanmış olmakla birlikte benim en çok dikkatimi çeken ve en çapıcı bulduğum tanım, ünlü sosyal psikolog Gordon W. Allport’un yaptığı sosyal psikoloji tanımıdır: “Sosyal psikoloji bireylerin, davranış, duygu ve düşüncelerinin başkalarının gerçek, hayal edilen veya ima edilen varlığından nasıl etkilendiğinin bilimsel yollarla araştırılmasıdır.”Burada çarpıcı olan şey, davranışlarımızın başkalarının sadece “gerçek” varlığından değil, “hayal edilen ya da ima edilen varlığından” da etkilendiğidir. Evet, yalnızken saç baş dağınık olmayı umursamazken, dışarıya çıkacağımızda henüz karşılaşmadığımız ama karşılaşacağımızı bildiğimiz bir sosyal dünyayı düşünerek kendimize çekidüzen veririz. Hayal edilen varlığı bırakın, rüyada gördüğünden etkilenerek davranışta bulunmak, duygu hissetmek.İlk olarak bir edebiyat öğretmeni arkadaşımdan duyduğum, sonrasında internette karşılaştığım bir yazıda İstanbul Üniversitesinin mezunlar için yayınladığı “Arı Yıllığında” yer aldığı belirtilen bir yazıda, ünlü yazar Oğuz Atay’ın üniversite yıllarında ünlü keman virtiözü Suna Kan’ı beğendiği, sanatını takdir ettiği verüyasında üç gece üst üste kendini Suna Kan’ın konserinde görünce, pijamalı oluşundan utanıp sonraki gece lacivert takım elbise giyerek uyuduğu anlatılır.
İkinci Dünya Savaşı, sosyal psikolojinin serpilip gelişeceği ortamı da hazırlar. Sosyolog ve psikologlar bu dönemde insanların tutum değişimini, uyum davranışını, otoritenin etkisini araştırdı. Muzaffer Şerif, Solomon Asch ve StanleyMilgram’ın çalışmaları çok önemli etkiler yaratır ve bir çığır açar. Şerif’in 1935’te yaptığı“Otokinetik Etki” adlı 19-30 yaş deneklerin kullanıldığı deneyi, duvarda karanlık bir ortamda aslında sabit duran bir ışığın ne kadar hareket ettiğini sorduğunda tek tek deneklerin öncelikle kendilerine göre bir standart oluşturduğunu fakat bu standardın daha sonra gruptaki deneklerin standardına yakınlaşma yönünde değişim gösterdiğini ortaya koymuştur. Asch’in 1953’te yayınlanan ve insanın kararlarında çevrenin ne kadar etkili olduğunu ortaya koyduğu deneyinde ise tüm katılımcılara iki çift kart gösterilmiştir. Bu kartların birinde farklı uzunlukta 3 çizgi vardır ve diğer kartta ise tek çizgi vardır. Deneklere tekli karttaki çizginin çoklu karttaki çizgilerden hangisine benzediği sorulmuştur. Katılımcılardan biri hariç diğer cevaplayanlar Asch’in asistanıdır ve cevapları bellidir. Yani bilerek ve ortak şekilde yanlış cevap vermişlerdi. Asch, başlangıçta hiçbir şeyden habersiz olan gerçek deneğe sorulduğunda doğru cevap verdiğini, fakat asistanların olduğu grupta en son söz hakkı verildiğinde bu kişinin kendi görüşünü grup normu doğrultusunda değiştirdiğini gözlemlemiştir. Üstelik görüşlerini grup lehine değiştirenlerin oranını da %32 olarak belirlemiştir. Sonuç olarak “doğru davranma arzusu ve beğenilme arzusuyla” kişi kendisine sosyal çevre içerisinde yer edinebilmek için doğru bildiğine yanlış diyebilmektedir.
Bu deneyden etkilenen Milgram’ın çalışması ise daha çarpıcı sonuçları göz önüne sermiştir. 1960’ta yapılan deneyde seçilen deneklerden, aşağıdaki gibi bir öğretmen rolü oynamaları istenmiştir. Sözde, elektrikli sandalyeye bağlanmış bir öğrenciye (Milgram’ın asistanı) kelime çiftleri okunacak; sonra öğrenciden bu kelimeleri hatırlaması istenecektir. Öğrenci her hata yaptığında, denek elektrik şoku veren(15-450 Wolt)bir kola basarak onu cezalandıracaktı. Elektrikli sandalyedeki öğrenci bilerek yanlış cevap vermektedir. Otoriteye itaati ölçen bu çalışmada sonuçlar çok çarpıcıdır. Hiçbir denek, öğrencinin duvarı tekmelemeye başladığı noktadan önce, yani 300 voltu vermeden önce durmaz ve daha önemlisi deneklerin yüzde 65’inin, işlem boyunca itaat etmeye devam ettiği ve şok kademelerinin sonuncusu olan 450 volta kadar gittiği görülür. Araştırmayı yapan Milgram, normal insanların, otoritenin güçlü baskısına maruz bırakıldıklarında, yıkıcı davranışlar sergileyebilecekleri sonucuna varmıştır. Yanı hayatı boyunca sorumluluk sahibi ve nazik bir adam bile otorite tuzağına düşebilir.
Sonuç olarak, grubun büyüklüğü arttıkça uyma davranışı artar; grubun ortak amacının olması bu etkiyi artırır. Grubun bireye ne vadettiği, bireyin kendi bilgisine olan güveni; yasal otoritenin, baskının ve uzmanlığın etkileri uyum davranışını etkileyen diğer değişkenlerdir. O halde kendi bildiğimiz doğrulara aykırı olsa da kararlarımızın, tutumumuzun, davranışlarımızın, tercihimizin efendisi biz miyiz? Çoğunlukla hayır. Hatta bazen o kadar içleştiririz ki (Önceki yazımda savunma mekanizması olarak söz etmiştim.) kendi kararımız olduğunda ısrarcı bile olabiliriz. Bu çalışmalar öz güvenimiz artıkça, bilgimize olan inancımız artıkça uyma davranışının daha az olduğunu da göstermektedir. Yani “bireyleşme”artıkça, kişi özerkleştikçe, kendini gerçekleştirebildiği oranda kendi doğrularıyla çelişen durumlara uyma davranışı da azalacaktır. Aydınlanmanın önemi burada ortaya çıkmaktadır. Kişi kendisiyle ilgili farkındalığı olan aydınlanmayı gerçekleştirmediği sürece, aynaya baktığında kendini değil taktığı maskeleri görecektir. O zaman da insana yönelik güvenirlik ölçüsü de en alt düzeylere inecektir. Nitekim maskeler değişkendir; tutarlılık, kararlılık ve duyarlılık azalacak, insan ilişkilerinde ve iletişiminde huzursuzluk, belirsizlik ve kaygı egemen duygular olarak ön plana çıkacaktır. Maskeler önümüzdeki haftanın konusu olsun. Herkese aydınlık diliyorum.