Ortaya çıkardığınız insan topluluğu, yarattığınız eserler, sizi bulunduğunuz çağın ya gerisine, ya da ilerisine taşır.
Son tahlilde, artık iyice sanattan ve bilimden enikonu kopartılan/kopartılmaya çalışılan, dindar/kindar ve ultra milliyetçi bir nesil yetiştirmenin uygulamalarının adım adım örüldüğü, siyasal ve kültürel bir süreçten geçiyoruz.
Sistematik bir şekilde sanat ve kültür evlerinin bir bir kapandığı (kapatılmaya zorlandığı), kitap almanın ve taşımanın zorlaştığı bir ülkenin hastaneleri, hapishaneleri ve adliye koridorları aralıksız senenin 365 günü dolup taşıyorsa, artık o ülkenin yönetiminde, işleyişinde ciddi sıkıntılar vardır. Bu durum yarım asırdan beri süre gelen bu toplumsal bir sorun, toplum düzeyinde de kendi tepkisel karşılığını yaratmadığı için de, toplumsal bir patolojik ve sosyolojik vakadır. Çaresi de kısa ve orta vadede yoktur; kangrene dönüşmüştür. Uzun vadede belki bir ihtimaldir.
Örneklersek…
Artık, matematik, fen, edebiyat, fizik, resim, beden, biyoloji, kimya, tarih/sanat tarihi branşlarında öğretmen ve çeşitli dallarda sanatçı alımları yerine, şu ilanlarla artık sıklıkla karşılaşıyoruz: bilmem kaç subay, kaç astsubay, kaç polis, kaç imam ve kaç cezaevi için bilmem kaç ‘Gardiyan’ alınacak.
Gelişmiş ülkelerde cezaevleri ve kiliseler tek tek kapanırken, biz de ise tam tersi yeni açılacak cezaevlerinin ve camilerin açılışları muştuluyoruz. Elbetteki bir ülkenin kalıcı barış için orduya, genel asayiş için polise de ihtiyaç olacak. Halkın dini duyguları sömürülmemek şartıyla ibadet yerleri ve din adamları da olacak. Ki bana sorarsanız, ordusuz ve polissiz (Silahsız polis olabilir); patırtısı, gürültüsü olmayan çağdaş, kavgasız sakin ve mutlu bir ülke tahayyül ediyorum.
Neyse ben, ‘Gardiyan’ sözcüğünü geri alıyorum; yerine, İnfaz Koruma Memuru.
Neden ‘Gardiyan’ sözcüğünü geri aldığımı izninizle açıklayayım.
4688 Sayılı Kamu çalışanları Sendikası Kanunu yasalaşmadan önce, fiili ve meşru mücadele döneminde oluşturduğumuz tüzük gereği Adalet Bakanlığı çalışanlarının bir kolu olan Ceza ve Tevkif evleri çalışanları da sendikamıza üye olabiliyorlardı. O zamanki ismi Yargı-Sen’ di. (Ve daha sonra yasayla Yargı-Sen kapatıldı. Zorunlu nikah kıydırılarak aktif ve pasif tüm malvarlığımızla birlikte Büro Emekçileri Sendikasına devredildik.)
O dönemde, mücadelenin ivme kazandığı ve en hareketli dönemlerdi. Sürekli mitinge dönüşen kitlesel basın açıklamaları, örgütlenme çalışmaları, toplantılar, iş bırakmalar, yerel ve merkezi mitingler, paneller, vs…
Kamuoyunda dünden bugüne halkın dillinde güncelliğini koruyan ‘Gardiyan’ sözcüğünü kullanmaya başlayınca, cezaevi çalışanları üyelerimizden önce uyarı, tekrarı halinde ‘Gardiyanlar’dan son uyarı ve itiraz geliyordu. Tekrarı halinde ise istifalar peşi sıra geliyordu. Efendim sebebi de; ‘Gardiyan’ sözcüğü meğer “af edersiniz, Ermeni”lerden kalma bir unvan ismiymiş. Yahu, bu kelime İtalyan ve Fransızcadan hayatımıza geçmiş bir unvan ismidir, desek de inandıramadık. Neymiş efendim, son üç harfi “yan” mış, bu da Ermenice bir kelime olduğunu ispatlıyormuş. Sırf üye kaybetmeyelim, ancak süreç içerisinde; Ermenilerin de, Anadolu da diğer halklarla birlikte yaşayan kadim bir halk oldukları, halkların birbiriyle sorunu olmadıkları, bütün halklar kardeştir’ i anlatır diye, arada bir ağızdan cümle içerisinde kaçırsak da, hitabet sırasında ya da kaleme alınan bülten içerisinde ‘Gardiyan arkadaşlar’ sözcüğü yerine, ‘İnfaz Koruma Memuru arkadaşlar!’ diye dikkat ederdik. Hatta sendikaya geldiklerinde “Hoş geldin İnfaz Konuma Memuru Yoldaş!” diye hitap etmeye başladık. Meğerse devlet-i aliyye, bu hassasiyetten dolayı unvan isim tashihi cihetine gitmiş.
Hastanelerin ve cezaevlerinin doluluğunu görünce böylesi anılarım geldi aklıma. Cezaevi ve hastaneden laf açılmışken, bu haftaki yazımı da bir hastanede geçen bir anekdotla bitireyim.
Bir dostum başından geçen bir olayı anlatmıştı. Bundan tam 15 yıl kadar önce…
Kendisini tanıdığımdan beri yaşamı boyunca kendine dikkat
eder, vücuduna ve ruh sağlığına zarar verecek her şeyden uzak durur, genellikte
üç aydan üç aya düzenli tahlillerini yaptırırdı.
Yeni emekli olduktan yaklaşık 5-6 ay kadar sonra, sol işaret parmağında bir
ağrı başlıyor. O zamanki ismiyle Sigorta Hastanesini telefonla arıyor, poliklinikten
randevu almaya çalışıyor, doluluk sebebiyle bir türlü istediği randevu
alamıyor. Hastanede görev yapan bir arkadaşı birden aklına geliyor. Muayene
için sıra alması konusunda kendisinden yardım isteyecek. Ertesi gün arkadaşının görev yaptığı Sigorta
Hastanesine gidiyor. Arkadaşı bizimkini görünce iyi karşılıyor. Çay kahve
muhabbetinden sonra arkadaşı bizimkine soruyor: “hayırdır, öylesine bir ziyaret
mi, yoksa burada işin mi var?”… Bizimki, muayene olmaya geldiğini, çok fazla
hasta olduğunu, doluluk nedeniyle bir türlü sıra alamadığını, bu nedenle
kendisini ziyaret etmek istediğini söyleyince, arkadaşı, bizimkinin emekli
olduğunu unutarak ve hangi şikayetten dolayı geldiğini sormadan: “Haklısın
kardeşim. Hastane poliklinikleri dolup taşıyor.
Hele emekliler var ya, bu emekliler!.. Bu doluluk hep onların yüzünden… Parmağı
ağrıyan emekli geliyor! Eeee, sahi, sen hangi şikayetiyle gelmiştin?” diye
sorunca, bizimkisi: “yok, ben başka bir şikayetten dolayı gelmiştim, ama acil
bir işim çıktı, sonra uğrarım”, diyerek,
oradan ayrılmak içinizin istiyor ve kahve için teşekkür ediyor.