Nusaybin’liydi Ahmet… Sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde zorunlu bir göç sonucu ailesi ile birlikte Mersin’e gelmişlerdi. Burada gün gün ev aradılar. Kimi evini vermek istemedi, kimi tüccarlığını konuşturdu. Nihayetinde derme çatma bir ev de olsa geride bıraktıklarının hüznünü rahat bir şekilde yaşayabilecekleri bir yer buldular. Eşyasızdılar, apar topar gelmişlerdi. Ahmet bir keresinde ‘sadece ayakkabılarımızı alabildik. Yeni eşyalar almıştık eve, beyaz eşyasından tut oturma grubuna kadar… Ama kaldı onlar, önemli olan canımızdı… Biz sağ salimiz, çok şükür’ demişti. Yeni evin gerekliliği olan eşyalarda kısa bir zaman içerisinde bir şekilde kolu komşular aracılığıyla tedarik edildi. Ahmetin babası bir süre iş kovaladı, burada… Annesi ile kız kardeşi ise ara ara ırgatlığa gitti. Ahmette asgari bir ücretle çalışarak, bu zor süreci atlatmak için çabalıyordu.
Bizim Ahmetle tanışıklığımız Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesine dayanır…
Geçen hafta ‘barış olsun’ diye imza attığı bildiriden dolayı görevinden alınan Eylem Hoca ile Ahmetin tanışıklığı da aynı fakülteye dayanır… Yani Eylem Hoca, öğrencisi Ahmet Nusaybin’de hiçbir zarar görmesin diye atmıştı o imzayı. Yani Eylem Hoca, öğrencisi Ahmetin ailesinden kimseye hiçbir zarar gelmesin diye atmıştı o imzayı… Yani Eylem Hoca, öğrencisi Ahmetin arkadaşlarına hiçbir zarar gelmesin diye atmıştı o imzayı… Yani Eylem Hoca, öğrencisi Ahmetin komşularından kimseye hiçbir zarar gelmesin diye atmıştı o imzayı…
Barış için imza veren diğer tüm akademisyenler de öğrencileri olan Ahmetlere, ailelerine, arkadaşlarına, komşularına zarar gelmesin diye atmışlardı o imzaları…
Ve bu suç sayıldı. Konuşmak, ‘insanlar ölmesin’ demek kabahat sayıldı.
Bildikleri doğru onları mesleğinden aldı. Her biri tek tek attıkları imza gerekçe gösterilerek işsiz kaldı…
Ama vazgeçmediler…
Eylem Çamuroğlu Çığ ve diğer barış imzacıları, öğretmenlikleri ile öğrettikleri ile birçok kimsenin gıpta ile baktığı akademisyenler… Bu akademisyenler; aynı toprakta yaşadıkları, çocuklarına eğitim verdikleri insanların, ölmemeleri gerektiğini düşündüler. Kimsenin ölmemesi, barış olması gerektiğini düşündüler… Çocukların, annelerinin dizlerinde büyümesi ve babaların, akşamları sağ salim evlerine gelebilmesi gerektiğini düşündüler…
Ve düşüncelerinden vazgeçmediler…
Bilirsiniz, Sokrates söylediği doğrudan vazgeçmediği için öldürüldü.
Vazgeçseydi öldürülmeyecekti belki ama bugün özellikle de bu satırlarda emsal verilecek bir kimse olarak yerini almayacaktı… Vazgeçmedi Sokrates… Onun vazgeçmeyişi, öğretmenliği, ışığı taaa bugünlere, Türkiye’nin üniversitelerinde dersler veren akademisyenlerine dek uzandı…
Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki; barış akademisyenlerinin işyerlerinden, öğrencilerinden bu gidişleri birer veda değildir. Her yanlışın mutlaka bir gün özrü dilenir. Diliyoruz ki, bu yanlışın da özrü en kısa zamanda temin edilir.
Ve bir an önce, 21. Yüzyıl karanlık çağı Türkiye’sinde demokrasi teriminin sınırlarında bir genişletme yapılması gerektiği düşüncesindeyim… Öncelikle de konuşmanın, doğruyu söylemenin, yasak olmadığı; demokrasiye uygun olduğu üzere bir takım makaleler karalayacak düşünürler, kolları sıvamalı… Doğru konuşmanın suç değil, bilakis erdem olduğu anlatılmalı…
Siz ne dersiniz?