Fotoğraf: Ali Osman Abalı
Çocukken çok yaşlıydım ben. Yaşıma bakmadan yaşar gibi yapar, yaşlı gözlerle seyre dalardım yaşam denen şamatayı. Hiç gülen bir çocuk fotoğrafım, hiç oyuncağım olmadı. Bugün düşününce bunun nedeninin yaşlılığım olduğunu anlıyorum. Muhtemelen oyuncakları yaşıma uygun bulmamıştı annem. Bir gün bir taş bebek hediye etmişti üst kat komşumuz Almancı teyze, onu da ‘daireden’ kankasının kızının gelin arabasına berdel olarak vermişti birkaç ay sonra sevgili annem. Aylarca yalvarmıştım geri istememişti… Ayıpmış, istenmezmiş. Benim ağlayan bebeğim berdel gitmiş, annemin bir ağlayan bebeği olmuştu. Aylar boyunca her gün ağlamıştım, acımamıştı. Berdel geri istenmezmiş, bedeli çocuğunun gözyaşları bile olsa… Ayıpmış…
Çocukken çok yaşlıydım ben. İhtiyar doğmuştum sanki… O kadar çok ayıpla çevrelenmişti ki etrafım, çocuk olmayı da ayıp sanmıştım sanırım. Bir mutlu aile tablosu olarak başka bir mutlu aile tablosuna misafirliğe giderdik bazı akşamlar; annem her seferinde daha evden çıkarken sıkı sıkı tembih ederdi, “tabağına konanların hepsini bitirme sakın, çok ayıp”… Canım nasıl isterdi hepsini yemeyi, hâlâ gözlerim dolarak hatırlarım o baş edilmez isteği… Ama yiyemezdim… Çok ayıptı. Bir keresinde bütün utanma duygumu bir kenara bırakarak titreyen elimle son kalan börek dilimine uzanmaya yeltenmiştim; annem yüzünde mutlu aile annesi gülümsemesiyle mutlu komşu teyzeye bir şeyler anlatırken kimseciklere çaktırmadan öyle bir cimcirmişti ki kolumu, hiç unutamam o anı… Ama kimsecikler görmemişti tabii ne yaptığını… Çocukların kollarını herkesin göreceği şekilde cimcirmek de çok ayıptı. Gözlerime utançtan ve acıdan yaşlar hücum etmiş, ağlayamamıştım; çünkü misafircilik oynayan mutlu aile tablolarının içinde ağlamak da çok ayıptı.
Çocukken çok yaşlıydım ben. Evimizde her gün kızılca kıyamet kopar, ben yaşlı gözlerle seyrederdim. Tabii o zamanlar telefon melefon yoktu kimseciklerin evinde. Herkes birbirine çat kapı misafirliğe gidebilirdi. Akşamın bir saati akrabalar oturmaya gelirdi mesela kıyametin ortasında… Annem ve babam zil sesiyle birlikte anında mutlu aile tablosu moduna geçerdi. Beş dakika önce birbirinin gırtlağında sıkan eller, zehir zemberek diller bir anda can ciğer kuzu sarmasına dönerdi. Ee tabii ki öyle olacaktı; ailelerin gerçekte cehennem olan yüzünü başkalarına göstermesi çok ayıptı. Bize de, “silin çabuk gözyaşlarınızı, çok ayıp,” derlerdi. Ayıp gözyaşlarımı içime akıtırdım misafirlerimiz gidene kadar.
Çocukken çok yaşlıydım ben. Sivas’ta yaşıyorduk o zamanlar. Önce Alevi Mahallesi Çiçekçi’yi basıp Alevileri kesti Ülkücüler; sonra 12 Eylül oldu, her yer asker doldu. Ben sevdiğimiz insanları kestiler diye ağlıyordum, askerlerden korkup ağlıyordum; gene “ağlama” diyorlardı bana, “çok ayıp”. Çocukların ağlaması çok ayıptı bizim evde, çok ayıp. “Hem sen bu yaşta ne anlıyorsun da neye ağlıyorsun,” demişti bir keresinde babam. Annemi kahretmekten başka bir şey bilmeyen babam bilmiyordu benim ne kadar yaşlı olduğumu. Annem biliyordu ama o da bilmemezliğe geliyordu.
Çocukken çok yaşlıydım ben. Orta okuldayken bir çocuğa âşık oldum; yaşlıyım ya, tuttum annemle paylaştım; “çok ayıp” dedi, “çok ayıp, bu yaşta âşık olunmaz,”. Biliyordu oysa ne kadar yaşlı olduğumu. Bir yaş daha yaşlandım. Her gün bir yaş daha yaşlandım ki âşık olmam ayıp olmasın. O kadar yaşlandım ki, sonunda âşık olduğum çocuğun anneannesi gibi oldum… İlk aşkım da böyle yaş yoluna geçti gitti… Cengiz… Damat Cengiz… Tarık Akan’a benzerdi ilk aşkım.
Çocukken çok yaşlıydım ben. Bütün arkadaşlarım da yaşlılardı. Kemalettin Tuğcu, Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo… Hep onlarla takılırdım. Annemin ayıp demediği tek şey bu yaşlılarla arkadaşlık etmemdi. Her dönem yıldızlı pekiyilerle dolu bir karne getirir, soluğu Ata Kitabevi’nde alırdım. Karne hediyesi olarak açık çek verirdi annem istediğim kadar kitap alabilmem için.
Ayıpları kapatmanın yoluydu evimizde kitaplar.
Çocukken çok yaşlıydım ben. Yaşlılığımı çocukken geçirdim, bütün ayıpları çocukken bitirdim. O yüzden artık ne kadar yaş alsam da yaşlanmıyorum.
O yüzden artık her canım yandığında ulu orta ağlıyor, o yüzden bütün alçaklara ve alçaklıklara rahat rahat en ayıp küfürleri savuruyorum.
Ve bir anne olarak çocuğuma kolay kolay hiçbir şey için “ayıp” demiyorum. Biliyorum ki şu dünyada en büyük ayıp, çocuğuna kendi ayıplarını dayatarak onu ağlatmak, sonra da ona “ağlama ayıp” demektir.
Not: Bu yazı Bezuvar Dergisi’nden alınmıştır…