ÇOCUKLUĞUNUN AYNASI İNSAN

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü yine bir güne sıkıştırılmış bir duyarlılık seli -günah çıkarma ayini duygusuyla- ve artık sosyal medya aracılığıyla, daha da ucuza mal edilerek kutlandı. Belirli gün ve haftalar listesindeki diğer önemli günler gibi, bugün de önemli bir çoğunluk, bir sene boyunca ihmal ettiği görevlerini hatırlayarak varsa sızlayan vicdanının sesini dindirmek için, bir illüzyonist edasıyla paylaştığı etkileyici fotoğraflar ve cafcaflı bir iki söz ile sorumluluğunu yerine getirmiş hissediyor! Böylece artık, vicdan bu konuda sonraki yıl dönümüne kadar tekrar uykuya geçerek, sahiplerinin üzerinde yarattığı mahalle baskısını azalttı. Yazıyı kaleme almaya başladığım gün 22 Kasım yani iki gün sonrası ve her şey unutuldu gitti bile. Dünya yine/hâlâ çocukların cehennemi olmaya devam etmekte.  193 ülkenin, 1989 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 54 maddelik sözleşmesini imzalamasına rağmen, ne yazık ki çocuklar hâlâ toplumun en mağdur, en savunmasız ve istismara en açık bireyleri olmaktan kurtulamamış durumdadır.  Nitekim bu sözleşmeye imza atan ülkelerin çok az bir kısmı bu sözleşme hükümleri ile kendi yasalarını uyumlu hale getirebilmiştir henüz. Elbette ki bu gelişme bir yanıyla önemli bir adımdır. Bu zamana kadar yok sayılan, aşağılanan, sorunlarımızın kaynağı kabul edilen, her türlü ihmal ve istismara maruz kalan çocukların haklarını güvence altına almaya yönelik her girişim önemlidir. İnsanın doğasını anlamaktan uzak, belli odakların ve ideolojilerin çıkarlarına hizmet eden eski pedagojik kuramlarda Alice Miller çocuğun kötü dürtüler tarafından yönlendirilen, kurnaz ve düzenbaz bir varlık olarak anlatıldığını aktarır. Zaten bazı inançlara göre çocuk günahkâr olarak doğmaktaydı. Bu nedenle “Bebeği doğduğu günden itibaren dövmeye başlamak, o zamanlarda herkese normal gelen ve sık uygulanan bir tavsiyeydi. Bebeğin ne ruhen ne fiziken bir şey hissettiğine inanıldığı için, bunun çocuğa zarar verebileceği kimsenin aklına gelmiyordu.”

 

 

193 ülkenin imzasına rağmen dünyada bugün hâlâ kayıtlara göre  5-14 yaş aralığında olan 250 milyon çocuk işçiden, okula devam edemeyen milyonlarca çocuktan ve UNİCEF’in verilerine göre her gün 5 yaşın altında olup önlenebilir nedenlere bağlı olarak ölen 22 bin çocuktan söz ediliyorsa ne kadar yol alındığını ya da ülkelerin bu konuda ne kadar samimi adımlar attığını sorgulamak gerekmez mi? Her gün dünyanın her yerinden, feci şekilde öldürülen, tecavüz edilen, hamile kalan, iş kazalarında ölen ve her türlü şiddete maruz kalan binlerce çocuğun haberleri  medyaya yansımaktadır. Bu durumun yaygınlığı atılan imzaların samimiyeti belli bir gerçeklikten çok, bir simülasyonun yoluyla biçimlendirilmeye çalışılan bir algı olduğu duygusunu hissettirmektedir. Bu konuda yapılandan çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu ortadadır. Sadece bir şeyi dile getirerek veya bir metni imzalayarak onun hayata geçmesi için yeterli ve gerekli adımı atmış olmuyorsunuz. Ziya Paşa’nın dediği gibi “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

 

Çocuk ‘yaratıcı’ doğasıyla dünyaya gelir. Bundan dolayı istismarı da bu ‘yaratıcı’ potansiyelin önündeki her türlü engel olarak kabul ediyorum ben de. Aile tutumları, geleneksel ahlak ve eğitim yoluyla çocuğun kendini gerçekleştirmesine karşı ortaya konan her türlü fiziksel, duygusal ve düşünsel ket vurma bir istismardır. Çocuklar kendi iradeleriyle dünyaya gelmedi. Anne-babaların iradesiydi onları getiren. Ama dünyaya geldiği anda kendi iradeleri aktif hale gelmiştir. Halil Cibran’ın ‘Ermiş’ adlı eserinde belirttiği gibi “Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır…”

 

 

Bugün dünya üzerinde insan elinden çıkmış her türlü sorunun ihmal ve istismar edilmiş çocuklarla bir bağlantısını kurmak mümkün değil midir? Savaşlar ve katliamlar dahil insanlık adına yıkımlar yaratan tüm toplumsal olaylar ve aktörleri incelendiğinde, bu olayların çoğunda engellenmiş ve istismar  edilmiş bir çocuğun yansıtma ve yön değiştirme mekanizmaları yoluyla ruhsal dünyasının dışavurumunun etkilerini görmek mümkündür. Psikiyatrist Alice Miller’in ‘Beden Asla Yalan Söylemez’ adlı kitabında dediği gibi, “Mahkemelerin artık şunu anlamaları gerekiyor: seri katliamlarda etkili olan güç, yok sayılan, ihmal edilen ve hayatı boyunca iktidarsızlığa mahkum edilen bir çocuğun hissettiği her şeye gücü yetme arzusudur.” Miller “Başlangıçta Eğitim Vardı” adlı kitabında ise kişinin maruz kaldığı kötü muameleyi, çok erken yaşta yaşamış olduğu için anlatamaması durumunda onu göstermek zorunda kaldığını ifade eder. Buna göre Adolf Hitler babasına duyduğu nefreti olmasaydı ya da duyduğu nefreti babasına yansıtabilseydi belki de öyle bir diktatör olmayacaktı. Miller yaşanan nefretin değil, reddedilen ve biriktirilen nefretin yıkıcı ve sonsuz olduğunu, yaşanan her duygunun zamanla bir başkasına yol açtığını savunmaktadır. Miller’a göre, eğer Hitler babasına duyduğu nefreti bilinç düzeyinde hissedebilseydi, başka bir insanı ya da koca bir ulusu yok etme ihtiyacı duymazdı. Hissedilen duygu ve onun yöneldiği insan, bilinçte birbirinden ayrıldığı için Miller’e göre Adolf Hitler’ de gördüğümüz gibi, sadece diğer insanlara yansıtılan nefret doyumsuzdur ve sonsuza kadar sürer. Bu bağlamda Miller’e göre “Siz çocuklara kurban edilebilecek varlıklar olarak yaklaşırsanız, onları kurban ettiğiniz değerler ne kadar yüce olursa olsunlar, çocuklar büyüdüklerinde kendilerine reel ya da sembolik diktatörler yaratır ve diktatörlerine sizin çocuğa şiddetinizle bir sevgiyle bağlanırlar, baskıyı ve zulmü normalize ederler, bunları benliklerini ezen durumlar olarak görmezler.” Bundan dolayı Miller kitlelerin kendi babalarını gördükleri önder konumundaki insanların, aslında öç alan çocuklar olduğunu ve kitlelerin kendi amaçları doğrultusunda öç almak için bu kişiye ihtiyaç duyduklarını ifade eder.

 

 

Her yetişkinin kişiliği bir tuvaldir ve çocukluğu ise bu tuvale çizeceği bir resimdir. Çocukluğun kişilik gelişimi üzerindeki etkisi farklı oranlarda önemsense de bugün bu etkinin önemli olduğunu yadsıyan geçerli bir kuram yoktur. Samimiyetle belirtmek isterim ki, çocuk haklarını bu yüzden, kadın, insan ve hayvan haklarının da temeline koyuyorum. Çünkü suistimal edilen çocuk potansiyel bir yetişkin olarak ileride bu ihmal ve istismarların faili olacaktır. Dolayısıyla bu bağlamda çocuk hakları diğerlerini önceler. Miller çözüm önerilerinden birini, anne-babaların, kendi ana-babalarına gösterdikleri saygının aynısını çocuklarına da göstermeyi başarabilmesi olarak otaya koyar. O zaman çocuğun, sahip olduğu yeteneklerini en iyi şekilde geliştirebileceğini ifade etmektedir. Sağlıklı, mutlu, yaratıcı çocukların olduğu bir dünyada diğer hak ve özgürlüklerle ilgili ihmaller ortaya çıkmayacaktır. Miller’e göre aynı şekilde, “Çocuk’u endüstriyel, ekonomik, sosyal, politik; bütün “büyük” meselelerimizden öncelikli görseydik ve ona bakışımızı, yaklaşımımızı değiştirseydik, bu olaylar yine kendiliğinden düzelecekti; çünkü sanat, felsefe ve başka şeyler hayatımıza kendiliğinden girecek, hayatımızda sahip olmaları gereken yeri kendiliğinden edinecekti.

 

Edebiyatla, sanatla, felsefeyle ilgilenip de çocuk’a kitlenin baktığı gibi bakmak imkansızdır.” Toplumsal değişimi gerçekleştirmenin gerçekçi adımları ancak ve ancak çocukların merkeze alındığı bir politikayla mümkündür. Diğer tüm çözüm girişimleri iyi niyetli olsa dahi değişen zamana bağlı olarak hakim paradigmanın uygulamalarıyla tersyüz olma riskini taşır. Kalıcı bir çözüm toplumsal değişim ile mümkündür. Bu da geleceğin mimarı olan çocukların artık yok sayılmadığı ve merkeze alındığı bir anlayışla mümkündür. Yoksa Nihan Kaya’nın “İyi Aile Yoktur” adlı kitabında belirttiği gibi “Kitle için çocuk ve acıları görünmez olduğu müddetçe toplumumuz asla değişmeyecektir.”

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir