DEMOKRASİ MİTİ, YİTİP GİDENE GÜZELLEME VE SEÇİMLER

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Demokrasi bir siyasal iktidar biçimi ve/veya yönetme tarzı olarak zuhur etti; kapitalizm onu bir ideale dönüştürdü. Bugün içi boş, neyi ifade ettiği çoğu zaman dillendirenlerce dahi tanımlanamayan bir söylenceden öte gitmiyor. Gönüllerde taht kurmuş ahlaki bir ideale dönüştükçe demokrasi, bütün idealler gibi yaratıcısının üstünde, onun davranışlarına ve siyasi hareket tarzına yön veren maddi bir güce dönüştü. İdeolojiler en çok maddi güce dönüştüklerinde tehlikeli olurlar.

Şimdilerde Don Quijote vari bir sözlü kurmacaya dayalı demokrasi savunusu ile karşı karşıyayız. Cervantes, yitip gitmekte olan feodal düzeni, son temsilcisi olarak eski düzenin değerlerini savunma rolüne soyunmuş Don Quijote üzerinden anlatılandırdı bu meşhur romanında. Roman kahramanının meczupça çırpınışları üzerinden feodal düzene güzellemeler dizdirirken, yitip gitmekte olanda ısrarcı olmanın yarattığı toplumsal delilik ve bireyin bir o kadar traji-komik hallerini gözler önüne serer.  Temsili demokrasi üzerinden yakılan nameler de uzun zamandır kimsenin pek de ciddiye almadığı bir komediye dönüşmüş durumda.

Bir amorf proje olarak demokrasi, başına aldığı bütün sıfatlarıyla birlikte hayli zaman önce miadını doldurmuş görünüyor. Geriye kalan, artık trajedinin ötesinde komediye dönüşmüş bir Don QuiJoteça bir komedi hali… Başından beri koca bir yalandan ibaret olan ‘liberal demokrasi’, yaşayan ölü misali, teoride yeniden diriltilme çabalarına rağmen, esasında ölümünü ilan ettiği reel sosyalizmin yok oluşu ile birlikte tarihin sonunu ilan ederken harakiri yaptığının farkında değildi. Zira, zıtların birliği, diyalektiğim esas yasasıdır. Sosyal demokrasi, neo-liberal politikalara liberallerden daha çok sarılıp, zaten bu kokuşmuş tahtı terk etmeye dünden razı sağcıların bıraktığı leşe konduğunda ve böylece ziyadesiyle otoriter popülizmin önünü açarken, demokrasi söylenceleri çöplüğündeki yerini çoktan almıştı. Sosyal demokratlar, ne zaman ki kapitalizmin tarihindeki belki de en uzun erimli krizin sebebi olan neo-liberal iktisat politikalarının sermaye adına taşeronluğunu yapmaya başladılar; o zaman kendi ölüm fermanlarını imzaladılar. Radikal demokrasi, sosyalizme alternatif oluşturmak adına liberal demokrasinin gedik ve çatlaklarını kapatıp rötuşlamaya heveskarane soyunmuştu. Temel argümanlarının ve manevra tarzının dayandığı burjuva sivil toplumu ile kamusal alanı otoriter popülist rejimler eliyle yerle yeksan edildiğinden bu yana çoktan eskimiş bir söylence olarak can çekişiyor. Geriye, yitip gidene, hiç gelmeyecek olan ‘Godot’ya dizilen methiyeler kaldı.

Şimdi artık, bütün demokratlığın yegane ölçütü olarak on yedi yıldır iktidarda olan çıkar amaçlı suç örgütüne muhalefet etmeyi gören, kimyası bozuk bir ittifakla karşı karşıyayız; kimileri de bu ittifaka demokrasi güçleri adını veriyor. Çok fazla lafı dolaştırmaya gerek yok:  Suriyeliler bu ülkeden gitsin, Suriyeliler denize girmesin kampanyaları başlatanların bu demokrasi güçlerinin ana omurgasını oluşturduğunu söylersem, meramım daha iyi anlaşılır herhalde. Kimi miadını doldurmuş, kiminin olanaksızlığı test edilmiş bu demokrasi söylencelerine dört elle sarılanların, muhalefet ettikleri otoriter popülist rejimin yükselişinde ve rutinleşmesindeki payları ne kadar büyükse, ona benzeme tehlikesi de aynı oranda karşımızda duruyor. Dillerden düşürülmeyen tek adam rejimine karşı başka bir tek adamla çıkma açmazı bunun en büyük göstergesi. Otoriter liderler otoriter toplumun bağrından çıkarlar. Onları üreten, rahminde serpildikleri toplumsal faşizmdir. “Tek adamlar”, çok uzun zamandır toplumsallaşmış faşizmin bütün pislikleri, mitolojideki  Atlas misali omuzlarına yüklendiği ve buna teşne oldukları için kibirle kendilerine biçilen rolü oynarlar Spinoza’nın otomatları misali. Ve yine bu yüzden sakallı amca onları “hiçbir şey olmadıkları için her şey olan”lar olarak tanımlar.

Rivayet odur ki, kadim zamanlarda, demokrasinin ilk ortaya çıktığı Atina şehir devletinde, seçimlerden sonra kent merkezine büyük bir sandık konurmuş. Vatandaşlardan bir dahaki seçime kadar, ‘tiran olmasından endişe duydukları’ ismi yazıp sandığa atmaları istenirmiş. Bir sonraki seçimlerden önce sandık açılır; ismi çokça yazılan siyasetçiler kent dışına sürgün edilirmiş. Bu son derece ilkel yöntemin kendisi bir yana, altında yatan mantık, demokrasinin içinden tiranlar çıkarma tehlikesini bertaraf etmektir. Ve yine bu yüzden, filozof Platon demokrasiyi, ‘diktatörler doğurma potansiyelini en çok taşıyan rejim’ olarak tanımlar. Farzı misal İstanbul’da yaşasam ve böyle bir sandık kurulsa, benim oyum tereddütsüz Ekrem İmamoğlu’na olurdu.

Faşizm bir siyasal rejim biçimi olmazdan önce toplumsal ilişkiler alanında üretilir; bir rejim olarak faşizm onun yansımasından öte bir şey değildir.  Amerika’da Trump, Fransa’da Macron, Hindistan’da Narendra Modi, Brezilya’da Balsonaro, Polonya’da Duda, Macaristan’da Orban – bizimkini saymıyorum bile- otokrat faşist liderlerin iktidara gelişi, tesadüf değilse eğer, faşizmin, kapitalizmin krizinin de perçinlediği, küresel ölçekte toplumsallaşmış halinin ürününden başka ne ola ki! Hemen hepsinin ortak noktası da milli irade-halk iradesi söylemi ile yaldızlanmış plebisiter demokrasinin yüceltilmesidir. Çoktan bir yerel seçim olmanın ötesine geçmiş olan İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerine ve adaylara bir de bu gözle bakıp, demokrasi adına ne türden bir tehlikenin mecrasına su taşıdığımızı enine boyuna düşünmek gerek derim naçizane…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir