Dil bir hapishanedir, bilincin tutsak edildiği, benliğin kendi elleriyle bilince prangalar vurduğu bir hapishane. Dil de tüm insani yaratılar gibi, kendisini üreten tarihsel/toplumsal bilincin üzerine çöker. İnsanoğlunun, kendisini soğuk demir kafesinin ardına gönüllüce tutsaklayıp oyalandığı yer siyasal dil ya da jargondur. İşler dayanılmaz bir hal alınca, bilincin vücuda gelip kelimelere dökülmüş hali olan dili, kendi hapishanemize çeviriyoruz. Demokrasinin dili, olayların nedenlerini kesinlikle anlayamadığımızda, nedenleri iyi ya da kötü demokrasi karşıtlarının eylemlerine hurda toplama işlerine bağladığımız bir şikayetlenme diline dönüşmüş durumda. Bu demokrasinin bir zamanlar deneyimlendiğine ilişkin asrısaadet dönemi faraziyesi üzerinden kurgulanan bir dildir.
Dil en çok gerçek(ler)in üzerini örtmek için peçe niyetine kullanıldığında ideolojiye yaklaşır. Bilinçli ya da bilinçsiz, bilerek ya da bilmeyerek olsun peçelemek, gerçeğin hiçbir ahlaki ölçüte sığdırılamayacak acımasızlığı karşısında duyulan çaresizliğin sonucu olsa gerek. İnsanların anlaşılması güç ve karmaşıkmış soru(n)ları kabullenmemesi, o şeylerden duyulan huzursuzluk ve korku sonrası sorunu gerçekliğinden saptıran bir siyasi jargon aracılığıyla açıklamaya kalkışması, ideolojilerin işleyiş mekaniğinin bir başka biçimidir. Duyumsal ve duygusal olarak dibe vurduğumuz çaresizlik anlarında aforizmalar ya da günü kurtaracak kadar yeterli mana ve öneme sahip birkaç mısra şiir ve daha çok da siyaset arenasında seri olarak montajlanmış kavramlar yetişir imdada. Dil ile girişilen bu hemhal oluş, rahatına düşkün küçük burjuva okumuşlarının yaşama dair diğer konularda olduğu gibi sözcükleri sonuna kadar kullanma alışkanlıklarından kaynaklanır.
Yaşanan gerçekliği verili siyasal terminoloji ile anlamak, bu gerçeklik ile ona işaret eden terimler arasında onarılamaz bir yarık oluştuğunda ve bizler bunun farkında olmadan kavramları kendi ördüğümüz zihinsel hapishaneyi pekiştirmek için gerekli hurdalara dönüştürdüğümüzde olanaksızlaşır. Kürtlere yönelmiş devlet şiddetini, geçmişte ve bugün yaşanan yerel yönetimlere el konulmasını, kayyum, kayyım her ne halt ise atanması vak’aları, anayasa, demokrasiye saldırı, irade gaspı, siyasi darbe gibi artık karstikleşmiş, ancak jeolojinin konusu olacak sertlikteki kategorilerle açıklanamaz. Diyarbakır sokaklarında köşeye sıkıştırdığı Kürt kadınına “ben devletim” diye bağıran kasklı, telsizli nesneler… Nesneler de pekâlâ konuşabilir, konuşturulur. Üzerinde durduğu zemini gıcırdatan bir sesle “devlete kafa tutuyorlar” bağırtısını İçişleri bakanlığı koltuğundan duyuyorsunuz. Koltuklar da konuşur hem de fena konuşturulabilir. Faşizm, nesneler öznelerin üzerinde hükümranlık kurduğunda, özne ile nesne arasındaki ayrım muğlak ve bulanık haller aldığında daha görünür olur. O zaman “siyaset nedir?” sorusu saçmalaşır. Zaman içerisinde “neden?” sorusunun da tahtından eden “nedir?”, toplumsal bilimlerin en berbat sorusudur ve soranı hiçbir sonuca ulaştırmaz. Tüm yaşamını devlet nedir sorusunun yanıtını aramaya harcamış hayta siyaset bilimci, sezgisel veriler çöplüğünde bir devlet tanımı arama derdine düşerek eşelenmiştir tarih boyunca.
Burjuva siyaset biliminin kurucu babaları devleti hiçbir zaman nedir sorusuna yanıt olacak biçimde açıklamaya girişmediler, çünkü onlar kendilerini adadıkları sınıfın gerçek olması kadar gerçekçiydiler. Onlar, daha çok devleti şiddet kullanan diğer örgütlerden ayrılan niteliği üzerinden açıklamaya çalıştılar. Örneğin Jean Bodin devleti bir yağmacı çeteden ayıran şeyin birincinin hukuka ve ahlaka dayalı olmasıdır derken, devlet ile çete arasında var olan ince çizgiye vurgu yapar. Hukuk ve ahlakın yokluğunda, egemenlik alanının yerini yağma ve talan alanı, meşruiyet mekanizmalarının yerini, hukuk ve polisin de dahil olduğu korku ve şiddet makineleri alır. Faşizm, Jean Bodin’in ayırt edici özelliklerini sıraladığı devletin kendi varlık nedenini mekânsal ve söylemsel olarak koruma dert ve tasasının artık olanaksız, gereksiz ve başarılabilir olmadığı bir siyasal ve toplumsal duruma denk gelir. O nedenle, Diyarbakır, Mardin ve Van belediyelerine kayyım atanması, devletin kendi egemenlik alanı içerisindeki bir coğrafyayı artık tahakküm altında tutamadığı, daha doğru deyişle yağmalayacak siyasal mekanizmalardan mahrum kalması ile ilişkilidir.
Bu ne tek başına irade gaspıdır, ne anayasa ihlali ne de itibarsızlaştırma amacıyla yürütülen bir operasyondur. Çetenin yaptığı her eylemi, anayasadan, hukuktan sapma gibi görüp adlandırmak, normal olanı istisnaileştirmeye, istisnai olanı normalleştirmeye meyilli zihnin, içinde oyalandığı dilin cenderesinden kurtulamama halinin tezahürüdür. Artık kendisini kontrol edemeyen, etmesi de mümkün olmayan bir çıkar amaçlı suç örgütünün içkin refleksidir tanık olunanlar ve bu sermayeye içkin hareket mantığına o kadar özdeştir ki. Siyasetin iktisadi alandan ayrıksı görünümünün kendisini dayattığı modern zamanlarda siyaset mafya ilişkisi, simbiyotik bir ilişkiydi. Mafya, siyasetin finansmanına ve siyasetçinin –devlet adamı da diyebilirsiniz- kendi başına beceremediği kirli işlerini -buna cinayet de dahildir- yerine getirirken, siyaset, her iki alandakilerin gemlenemeyen hazlarına ket vurulmaması için gerekli olan hukuk görünümlü düzenlemelerini yürütmekle mükellefti. Şimdi, siyasetin mafyalaşması, mafyanın siyasileşmesi, siyaset biliminin yerleşik jargonu içerisinde kalmakta inat edilerek anlaşılamaz. Sokaklarda haraç toplayan mafya değnekçileri ile devletin sopasını vergi toplayıcılığı adı altında yurttaşın sırtından eksik etmeyen iktidar arasında, eğer estetik kaygılarınız yoksa bir fark görmemelisiniz. Vergi, J. Bodin’in diliyle konuşacak olursak, haracın ahlaki ve hukuki kılıfa bürünmüş haliyken, devlet ve özel bankalar eliyle bireyi borçlandırarak geleceğini siyasal ve toplumsal olarak ipotek altına almakla tefeci mafya arasında olsa olsa muhakeme ve usül farkı vardır. Seçilmiş belediye başkanının yetkilerini gasp etmek, belediye kaynaklarından siyasilere hediyeler almak da haraç ve fidyenin bir başka biçimidir. Kamu güvenliğini sağlamak adına sokağa salınan üniformalı, telsizli, kasklı güruhun kendisi kamu güvenliğine tehdit oluşturacak hale gelmişse, korkunun bizatihi nedeni olmuşsa, belli bir bölgeyi kontrolü altında tutan mafya grubundan ve sokak çetesinden ne farkı kalır ki. Siyaset vodvilinin sahnesinde başrol oynayan siyasetçiler ile kanlı ellerini abartılı, şık ve pahalı siyah hurdacı takımlarının içine gizleyerek her pazar yapılan kilise ayinini kaçırmayan mafya babaları arasında, iktidarın gündelik tezahürü bağlamında pek de bir fark yoktur. Üyesi olduğu mafya örgütünün liderine hayranlığını dile getiren çete üyesi ile otoriter popülizmin payandası olan yığının psikolojisi arasındaki benzerliği şu sözler ne kadar da açıkça gözler önüne serer: “Hepimiz hırsız olmaya çalışıyorduk ve ona hayran olmamak mümkün değildi”.