Her Diyarbakır’a gelip gidişimde ya sağımda ya da solumda gözüme ilişen kahve renkli tabelalara bakıp yanımdakilere şöyle demişimdir: Aslında bir gün buraya gitsek fena da olmaz. Bu sözümün ardından göz ucuyla yola bakar, kilometresini okur, pek de uzak olmadığını söyler yine de yola verirdim. Şurası bir gerçektir ki gitmek için mutlaka bir neden hatta bir karar olmalıydı. Yine o cümle ağzımdan çıktı. ” Aslında bir gün oraya gitsek fena da olmaz” Evet kanımca “fena” da olmazdı.
O fena olmazlara takılıp girdik Eğil yoluna. Anayola yirmi üç kilometre… Birkaç araç yolda birbirlerini bekliyorlardı. Bugün pazardı ya düğünden geliyorlardı ya da düğüne gidiyorlardı. O birkaç araç ardı ardına takılıp yol aldı. Önce yavaş gittiler, sonra hızlanıp gözden ıraklaşıp yittiler.
Bir yere kadar geniş olan yol belli bir kilometreden sonra daralmaya başlayınca keyfim de kaçtı. Uzaklardan bir tır tam dönemeçte göründü. Azrail gibi geliyor, dedim. Burnu yolda gidiyorsa ardını unutuyordu tır şoförleri. Arkasındaki kasa nasıl olsa onunla gidiyordu. O dönemeçte bir an biçileceğimizi düşündüm. Artık tekerleri en son kıyıya kadar alıyor, şarampole düşmemek için içimde yalnızca yakarışlar kalıyor. Kurtuluşun ardından, derin bir ohh çekiyor ve ferahlıyorum. Her tarafın sarıya kestiği Diyarbakır ovasından sonra gözlerime daha çok yeşil değince ” Allah Allah” demeden edemiyorum. Önce meşe ağaçları gözü okşuyor, ardından bahçelerin meyveli ağaçları… İllaki nar ağaçları… Yolun sağında ve solunda yeni yeni bağlar, yeni yeni elma ve kiraz bahçeleri… Her haliyle desteklemeyle yapıldığı belli oluyor. Hep sarı yüzüne alışkın olduğum Diyarbakır’ın böylesine yeşille iç içe olan ilçelerini görünce yoldaki sıkıştırıldığım tır olayını aklımdan çıkarıp gezinin tadını çıkarmaya başlıyorum. İncir ağaçları, meşe ağaçları, nar ağaçları, ilginç bir görünüm, diyorum. Fakat sıcağı da giderek hissediyoruz. Arabanın kliması hiç durmadan serin hava üflüyor, buna rağmen, klimanın çalışmasını durdurup da başımı arabanın penceresinden dışarı çıkardığımda hemen fikrimi değiştiriyorum.
Bu birden bire gitmelerime bayılıyorum. Güzelmiş diyoruz ailece. Şöyle bir yerde, bir parkta sözgelimi bir çay içseydik fena da olmazdı. Çapan parkı, diye bir yer gözüme ilişiyor. Ohh be diyorum, bu gölgelikler de böylesi zamanlarda güzel oluyor. Delikanlımız olmaz çekince biz de ona uyuyoruz. Belki ileride daha güzel yerler vardır, diyor. Onun bu önerisiyle yol alıyoruz. Bir bilinmezlik içinde gitmek… Küçük dar dönemeci de alınca karşımıza önce Eğil kalesi, dönemecin bitiminde de Dicle baraj gölü görünüyor. Yeşilden koyu maviye giden bir renk… Kalenin aşağısındaki bungalov evlerin göründüğü tepeye nazır arabayı yolun kenarında bir yere alıyoruz. Önce kalenin patikaya yolunun başındaki Eğil çocuklarını görüp yaklaşıyoruz. Her gittiğim yeri, önce oradaki çocuklara sorarım. Eğil’le ilgili bilgiler toparlamak isterken çocuklar bana beyaz saçlı, sinekkaydı traşlı olan birini gösterip: O bizden çok biliyor, dediler. Biz ona bakınca, o da eliyle bize “gel gel” işareti yapıyor ve biz de onun o ” gel gel” işaretine gidiyoruz. Eğil çocuklarını ardımızda bırakıp kalenin üstlerine doğru yol alıyoruz. Hoşbeşten sonra adının Münir olduğunu anlatıyor, sonra bizim nereli olduğumuzu soruyor. Dersimliyiz, deyince ” baştacısınız” deyip bize Kale’yi anlatıyor. Hemen kalenin girişindeki bir kadın kabartmasından söz ediyor önce. Asur kralının kızı bu diyor. Sabah güneşiyle birlikte bu kabartmanın daha alımlı bir görüntüsünün olduğunu anlatıyor Münir amca. Kalenin Asurlulardan kaldığını söylüyor ilkin. Daha sonra birçok medeniyetin elinden geçerek günümüze ulaşıyor. Bu topraklarda Medler, Persler; Asurlardan sonra, Mıttaniler, Hurriler, Roma-Bizans, Selçuk, Osmanlı ve Cumhuriyet medeniyetleri sırasıyla izlerini vurmuş buraya.
Kalenin üstünde bana kalırsa epeyce büyük bir düzlük var. Kalenin alt taraflarında bir vakitler hamam olarak kullanılan kalıntılar var. Yukarıdan kalenin alt tarafındaki hamam kalıntılarına bakıyoruz. Bu hamamın yakın zamana kadar kullanıldığını anlatıyor Minür amca. Sonra yönümüzü aşağıya doğru çevirip epeyce yürüdükten sonra bir koyaka doğru bakıyoruz. Bu kez bize bir cami kalıntısını gösteriyor. O cami kalıntısını gösterirken ben koyakın karşı tarafına düşen, hem Eğil’e hem kalenin güneyine düşen, yeşil bağlar ve meşe ağaçlarıyla örtülü tepelerine bakıyorum. Sık ormanlık değil;ama yeşil yine de gözlere bir doygunluk veriyor. Kalenin üstünden her tarafa dönüyoruz yönümüzü. Güneye doğru kale ile tepeler arasındaki koyağa uzunca bir zaman dalıyorum. Bu anlamda kalenin kurulduğu yer savunma bakımından mükemmel olmuş. Eski medeniyetler kalelerini kurarlarken yerlerini de iyi hesaplıyorlarmış.
Söz arasında Münir amca, aslının Horasan’dan geldiğini söylüyor. Kendi ana dilinin Zazaca olduğunu ancak hem Zazacayı hem de Kurmanciyi anadili gibi rahat konuştuğunu anlatıyor. Ben de kendisine Kurmancinin anadilim olduğunu ve Zazacayı kısmen konuşmakla birlikte çok iyi anladığımı anlatıyorum. Başlıyor konuşmasının bazı yerlerini Kurmanci, bazı yerlerini Zazaca anlatmaya. Ben dillerin sevdalısıyım, onun anlatımıyla daha bir mutlu oluyorum. Çocuklar, gülerek ona bakıyorlar. Dünya bir güzellikler bahçesi de bu bahçenin kıymetini bilene aşk olsun.
Kaleden aşağıya, Dicle’nin kıyısına, inen iki dehlizden söz ediyor. Bu dehlizlerden Asur krallarının halka görünmeden zaman zaman çekip gittiklerini söylüyor. Dehlizlerin bitim yerlerinde Kral mezarlarının olduğunu anlatıyor arada da. O gizli gidiş yerlerinin başına kadar gidip bakıyoruz. Ama, diyor bu dehlizler bugün baraja gidilip boğulma tehlikesine karşın kapatılmış tabii.
Eğil bir peygamberler şehridir de aynı zamanda, bu yönüyle ayrı bir önemi vardır. Hz. Elyesa. Hz Zülkif, Nebi Harun, Zennun, Danyal… gibi nebi ve evliyaların kabirleri bu ilçede bulunuyor. Yine Eğil,” M.S 350’li yıllarında Eğil’den Harput ve Dersim’e kadar olan bölgede II. Sapu olarak adlandırılan kral tarafından yağmalanmış ve burada bulunan Ermeni ve Sup krallarının mezarları açılmış, hazineler ele geçirilmiş, Asur mezarları da büyük oranda tahrip edilmiştir.” Aşağıda tam baraj gölünün içine doğru bütün zamanlar içinde ayakta kalmış, son zamanlarda da baraj sularıyla iyice varlığı tehdit altında kalan kral mezarlarına bakıyorum. Hala heybetli, hala gözlere ihtişamla görünüyorlar. Bungalov evlerinin yüz metre kadar altında yalnızca tavanı suda beliren camiye bakıyorum. O arada Minür amca bazı nebilerin mezarlarının da sular altında kaldığı için bulundukları yerlerden çıkarılıp tam karşımızda görünen yeni yapılan camili mekanı göstererek oraya defnedildiğini söylüyor. İnsan barajların kültürleri yok edişlerini Eğil kültürünün sular altında kalmasıyla daha iyi görüyor.
Kale üstündeki gezi ve gözlemlerimizi tamamladıktan sonra park ettiğim arabama doğru gidiyorum, ceplerimi karıştırırken anahtarımın cebimde olmadığını fark edip, gezdiğim yerlerde düşürmüş olabileceğimi düşünüp bir daha geri dönüyorum. Ah benim unutkanlığım, anahtarı o heyecan içinde arabanın üstünde bıraktığımı sonradan anlıyorum. Eğil çocukları hala bulundukları mekânda Dicle baraj gölüne nazır oturmuş söyleşiyorlar. Onlar aldıkları terbiyeyle hiçbir şeyi umursamıyorlar. Arabaya bakmaya bile tenezzül etmemişlerdi. Bir yemek yeme hesabıyla bungalov evlerin altındaki baraj sularına nazır lokantada oturup bir güzel karnımızı doyurmak düşüncesiyle Münir amcaya yemeğe gitmeyi teklif ediyorum; ama Münir amca şu an kendisini yüzmeye hazırladığını söylüyor, önerimi kibarca geri çeviriyor.
Ailece su kıyısındaki lokantada yemeğe oturuyoruz. Karşıda görünen kral mezarlarından gözlerimi hiç alamıyorum. Bir taraftan da Eğil kalesine bakıyorum. Üç tarafı derin vadilerle çevrili bu muhteşem kalenin gündüz bile insana ürküntü veren görünümüne bakıp artık yola düşme zamanın geldiğini düşünüyorum. Birden sulara kulaç atarak karşı kıyıya doğru giden Minür amcayı görüyoruz. Bu yaşta insanın içinde böylesine bir enerji taşıması ne güzel. Bir ikindi üstü gezimizi tamamlayıp yola düşerken Zennu, diye yazılan bir tabela gözüme ilişiyor. Yazının hemen yanında Hz. Yunus’un yatırı diye bir yazı okuyorum. Yine gitsek mi, diyorum ve birden arabanın direksiyonunu içeri doğru kırıyorum. Yıllanmış bir zeytin ağacı ve etrafı çevrilen mekan. Anladım ki Eğil birkaç saate sığdırılacak gibi değil. Bahçelerin duvarlarından sarkan narların kızıl rengiyle yola düştük. Bir tepeden Eğil’e bakmanın güzel bir anını yaşayarak, Harun Nebi’nin mekanına gitmek üzere yola düşüyoruz. Pek uzak değil. Bir kavis çizerek tam Eğil Kalesi’nin karşısında bulunan yeni yapılan caminin bulunduğu yere doğru gidiyoruz. Buraların kalabalığı daha çok. Caminin bulunduğu alana girerken ilk gözümüze erbane çalan bir yaşlı görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki bu yaşlı yaptığı erbanelerle geçimini sağlıyor. Bir erbaneyi bize gösterip derisine dokunurken ” sesi çok güzel” diyor. Erbaneleri Ezidileri anlatan belgeselerde görmüştüm. Daha çok kadim zamanlardan gelen bir ses olarak hafızamda yer edinmişti. Mekan yeni düzenleniyor. Öyle görülüyor ki buralarda dinsel turizm ileriki zamanlarda önemli bir gelir kaynağı olacak.
Son olarak Şeref Han’ın Şerefnamede Eğil için söyledikleriyle sözlerimi noktalayayım.
” Bu Eğil, eğik bir kemer üzerine kurulmuş, sağlam bir kaledir ve o kadar yücedir ki; ona bakan korku ve vehim halinde olur. Halkın anlatımına göre ” Allahın velilerinden biri oradan geçerken o kemere işaret edip Türkçe olarak Eğil, demiş. Bunun üzerine kemer Allah’ın izniyle eğik duruma gelmiş.”
Yola düşerken hava serinlemiş ve gölgeler uzamıştı.