Halen var mıdır, bilmiyorum.
Eskiden Erzurum’da bir hayvan pazarı vardı. Mal meydanı, derlerdi. İlçelerde de dahil, yetiştirilen hayvanlar zamanı geldiğinde getirilip burada satışa sunulurdu.
Asıl meydanın sahipleri, kelli felli tüccarlardı tabii.
İnanın onlar birbirlerinin elini sıkıp pazarlık yapınca kemik sesleri gelirdi!
O zamanlar köylü hayvan satar, biraz düşük kalibre müdavimler tabii.
O müdavimler içerisinde bir de Kazım amca vardı.
Her sene yetiştirdiği davarları getirip Erzurum mal meydanında satar. Her satıştan sonra, Mahalle Başı semtinde Alevilerin işlettiği kahvehanelere doğru yol alırken, mutlak ve mutlak dayak yerdi!
Nedeni mi?
Nedeni şu: Her satıştan sonra, Kazım Amcayı gözüne kestiren bir çakal sürüsü, tehditle cebinde ne kadar parası varsa alırlarmış!
Bu durum her sene aynı tekrar edince, Kazım amcanın da canına tak etmiş!
Her sene olduğu gibi, yetiştirdiği davarları sattıktan sonra, Mahalle Başı’na doğru tedirgin bir şekilde yol alır.
Tabi ki tedirginliği boş değil!
Aynı çakal sürüsü tekrar yolunu keser, Kazım Amca bu sefer direnir, yediği tekme tokadın hesabı yok… ama kararlı. Beş kuruş vermez.
Mahalle Başı’ndaki kahvelerde bunu anlatırken, ez Kaze pariyan (Ben önceki senenin Kazımı değilim) diye övünçle zaferini anlatırmış.
Demem o ki, biz Kazım amcanın yediği dayağı, gerek sosyal, siyasal ve ekonomi alanda her zaman ve her halükarda yiyoruz!
Asıl mesele şu, biz her dayak yediğimizde cebimizde kalan beş kuruştan vaz mı geçeceğiz? Yoksa direnecek miyiz?