GÜNLÜK SİYASETTEN UZAK, HAYATIN TA İÇİNDEN

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Genellikle, gazeteye yazan arkadaşlarımız, her hafta birer yazı döşüyorlar, kendi yaşam pencerelerinden… Kimi siyasetten, kimi sanattan – edebiyattan, kimi şiirden, kimi hayatın felsefesinden…

Hepsi de birbirinden değerli yazılardır.

Uzun zamandır yazı yazmadığımı, gazete editörümün uyarısıyla anladım.

Aslında son günlerde, biraz ‘dişlerimden’ kaynaklı sağlık durumum, biraz da ‘düşlerimden’ kaynaklı sosyal ruh halim hiç iyi değildi.

Yaşadığımız haksızlık ve hukuksuzluk da cabası…

Dişlerimin ağrısı ve düşlerimin siyasal ve toplumsal erozyona uğratılması, bende duygusal kırılmaya yol açtı. Bu da bende, bir müddet yazı yazmama duygusuna dönüştü.

Sağlık önemli sorundur. İhmale gelmiyor, hepimiz biliyoruz.

Son bir, iki yıldır genellikle bizim kuşak ve önceki kuşakların yolu, hastane polikliniklerine sık sık düşer oldu.

Siyasetten sıkıldım. Zaten bu konularla ilgili yüzlerce yazı var görsel, işitsel ve yazılı basında. Bu seferki anlatacaklarım, siyasetten uzak, hayatın ta içinden. İsterseniz başlayalım yaşanmış biri iki örnekle hikayemize…

Benden iki yaş küçük, yakınen tanıdığım kadın arkadaşımın, değişik türden hastalık şikayetlerinden dolayı iki yıldan beridir sürekli bir ayağının hastanelerde olduğunu görüyor, biliyordum.

Geçen gün kendisine geçmiş olsun dileklerimi sunmak için ziyaretine gittiğimde, moralinin çok bozuk olduğunu gözlemledim. Acaba, tahlil sonuçlarından kötü bir haber mi aldı diye endişelendim. Kendisine bu durumu sordum. Kötü bir durum varsa, bana açıkça anlatmasını rica ettim. Kötü bir şeyinin olmadığını söyleyince, “Eeee, peki neden moralin bozuk, o zaman?” diye sorduğumda, moralinin bozulmasına neden olan olayı bana bir bir anlatmaya başladı: “Son günlerde farklı sebeplerle sık sık doktora gitmeye başlamıştım. En son gittiğimde, muayene olduktan sonra, ‘Doktor bey, eskiden hastane yolu nedir bilmezdim. Son bir yıldır bir şeyler oldu. Hemen hemen 15 günde bir, ayağımın biri hastanede’ diye yakınırken, reçetemi yazan doktor bey, hiç sıkılmadan utanmadan, kadınlıktan kaynaklı hassasiyetime bakmadan sinirli yüz haliyle kafasını kaldırıp bana sert bir ses tonuyla: ‘hanım efendi!.. hanım efendi!… Herhalde farkında değilsiniz ama yaşınız kemale ermiş! Tabi ki, ayağınızın biri hastanede olacak!’ diyerek yavaş yavaş yaşlandığımı açıkça yüzüme vurdu. Hiç sorma, bir moralim bozuldu ki sinirlenerek eve geldim.”

Çok güldüm bu haline… Neyse ki, dert bu olsun. Kötü haber almadığına sevindim.

Tabi ki, bu anlattıkları bana ders olmuştu. Aynı muameleye tabi tutulmamak için, muayene sırasında, vallahi korkudan ağzımı açmıyor, çıt çıkarmıyorum.

Ancak, 7 yıldan beri gittiğim diş doktoruna bir gerçeği anlatmak zorunda kaldım.

Aynı zamanda memleketten komşumuz olan bir arkadaşımın bana aktardıklarını aynen aktardım.

Anlattıkları şöyleydi:

“Bir aydan beri devlet imkanlarıyla dişlerimin yeniden tedavisini yaptırırken, doktorumdan da, dişlerimi nasıl çürüttüğüm, neden bakamadığım konusunda sürekli azar işitiyordum. (Dostane ilişkiden dolayı.)

Ben de dişlerimizin çok erken yaşlardan neden çürüdüğünü, bu hale geldiğini anlatmaya başladım samimi bir dille:

“Efendim bizim oralarda diş doktorları yoktu. Onların yerine beş mesleği aynı anda bir arada yürüten berberlerin, tuz ve kelpetenle bu işin üstesinden geldikleri bir dönemde Urfa’ nın Viranşehir ilçesinde dünyaya geldim. Tüm aile fertleri olarak biri hayata gözlerini erken yaşta kapamış olmak üzere toplam 6 kardeştik. ‘Neden 10 değil de, 6?’ diye soracak olursanız, babamızın memur oluşundan. Babamızın memur olması sebebiyle utandığından sayıyı beş ile kontrol altında tutmayı başarmış. Yaşadığımız ev ise avlulu olup, duvarları Karacadağın volkanik bazal siyah taşlarıyla çevriliydi. Ağız ve diş sağlığı bilinci gelişkin değildi şimdiki gibi. Fırçalama kültürü olmadığı gibi, dişlerimizle gazoz kapağı açar, fındık ceviz ve sert maddeleri dişlerimizle hal ederdik. Bir de etrafa bu davranışımız sebebiyle caka satardık. Dedim ya, babam memurdu. İşte, bu nedenle memur olmasından kaynaklı, zorunlu olarak bir diş fırçası ve yanında aparat olarak da diş macunu vardı. Onları, su tulumbasına yakın taş duvarın arasında saklardı. Haftada bir ya da iki kez de olsa, azıcık beyazlık versin diye dişlerini fırçalardı. Biz ise aklımıza geldikçe aynı diş fırçasıyla dişlerimizi fırçalıyorduk; birer, ikişer habersiz. Anlaşılacağı üzere, farkına varmadan ailece tek bir diş fırçasına sahip olmuştuk. Hepimizin artık ortak bir diş fırçası vardı. Hatta bir seferinde, evimizin kuyusundan su doldurmaya gelen komşu kızını, ailemizin diş fırçasıyla dişlerini gizlice fırçalarken yakaladım. Azarlayarak hiddetle fırçayı elinden aldım. Hemen 5 metre ilerisinde duran anneme durumu anlatıp niye müsaade ettiğini öğrenmek istedim. Annemin cevabı çok ilginçti: ‘Oğlum, elinden fırçayı keşke almasaydın, kızmasaydın kız cığaza. Bırakaydın fırçalayaydı. Sevaptır!’

Annem sonra durumu bize itiraf etti. Meğer diş fırçası, bizim ailenin fırçası olmaktan çoktan çıkmış, mahallenin diş fırçası olmuş, annemin dışında ailenin bundan haberi yok.

Ama yine de karar alıp, bu durumu babamıza korkudan söyleyemedik, annemize bir şey söyler diye. Babam bir müddet aynı fırçayla fırçalamaya devam etti.”

Dediğim gibi son yıllarda , genellikle bizim kuşak ve önceki kuşakların yolu, hastane polikliniklerine sık sık düşer oldu. Bir çok arkadaşlarımızdan sağlık konusunda kötü haberler alıyoruz.

Hasan Arık arkadaşıma, bu köşemden sağlık dileklerimi iletiyorum. Bir an önce aramıza dönmesi dileğiyle.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir