Büyüdükçe anlıyor insan, içinde yaşadığı sevginin etkin yaratıcı gücünü bloklayan duygunun ne olduğunu. Üniversite dahil okul yıllarım boyunca sevme ve gelişme ihtiyacıma gardiyanlık yapan, özgürce serpilip gelişmenin duvarlarını ören, sevincimi gölgeleyen duygunun onaylanma ve kabul görme ihtiyacına yönelik beklenti, ihtiyaç ve algılarım olduğunu çok sonraları anladım. Kararlarımın, duygularımın ve davranışlarımın hayalbazıydı (Karagöz oynatıcısı) başkalarınca kabul edilme gereksinimi ve yol aldıkça hayatımın o zamana kadar sadece bir gölge oyunundan ibaret olduğunu büyük bir sarsıntıyla anladım. Seviyordu babam, arkadaşlarım, öğretmenlerim beni. Ben de seviyordum onları. Ama sevme ve sevilme ihtiyacımın karşılanmış olmasının ortaya çıkarması gereken tatmin duygusunu yaşamama engel olan o kemirgen düşünceler ve bunların sonucu olan yoğun bir huzursuzluk illeti karabulut gibi çökerdi üstüme. Bu duygu yeteri kadar bir bunaltı yaratıp artık dayanılmaz hale geldiğinde onunla tanışabilecek ve yüzleşebilecek bir eşiğe evrilmişti hayatım, cesaret demişti varoluşçu yaşam ustaları ve de özgür seçimlerimin sorumluluğunu yüklenmeyi salık vermişlerdi. Artık toplumun bana tuttuğu tümsek ya da çukur aynalara bakmaktan vazgeçmenin önemli bir seçim ve başlangıç noktası olacağını kavramıştım. Düz ayna insanın kendisiyle yüzleşmesi, kendine yukarıdan bakarak incelemesi ve başkalarının verdiği bilgilerle bunları ilişkilendirebilmesi ile mümkün olabiliyordu. Öylece gerçek ile ideal olan arasındaki o sis perdesinin kaygı olduğunu idrak ettim. O yüzden gelin şimdi biraz kaygı üzerine konuşalım.
“Kaygılıyım, gerginim ama nedenini bilmiyorum. İçimde tuhaf bir his var, sanki kötü bir şeyler olacak gibi hissediyorum.” Sınavda/ iş görüşmesinde/ yapacağım bir sunumda/ herhangi bir etkinlikte neden aşırı şekilde kaygılanıyorum? Sevdiğim insanların bir gün beni terk edip gitmesinden dolayı neden kaygı duyuyorum? Ya herkes beni sevmezse, nasıl yaşayabilirim? Sevgilimi mutlu edemezsem benden uzaklaşır mı? Gelecekte yaşamın benim için kötü planları mı var? Ya kötü bir son beni bekliyorsa, her an ölebileceğim duygusunu neden aklımdan çıkaramıyorum? Bu düşünceler performansımı kötü etkilediği halde neden engelleyemiyorum? Kamburumuz gibi çoğunlukla yaşamın her alanında bize eşlik eden bu soruların daha fazlasının olduğunun farkındayım ama soruları çoğaltsak da başlamamız gereken nokta aynı. Kaygı nedir? Korku ile kaygı aynı şey değilse aralarındaki fark nedir?” Bu iki duygu aynı şey değildir ama çokça birlikte görülebilir. Kaygı ve korku insanda benzer fizyolojik tepkiler yaratır ve o yüzdende birbirine karıştırılır. Kaygı ve korku durumunda sinir sistemimiz “savaş ya da kaç” tepkisini ortaya koyar. Ağzımız kurur, gözbebekleri büyür, terleme, titreme, çarpıntı, kaçma tepkileri belirgin şekilde ortaya çıkar. Ancak korku ile kaygı arasındaki temel fark yaşadığımız duygunun gerçekçi bir anlamda fiziksel tehdide mi dayandığı yoksa gerçekte olmayan kişisel bir tehdit algısına mı dayandığına bakmak gerekir. Yani olay bizim fiziksel varlığımızı gerçek anlamda tehdit ediyorsa korku, bu tehdit yüklediğimiz anlamlardan kaynaklı ve kişiselse kaygı olmaktadır. Kadir Özer “Kaygı” adlı kitabında korku ve kaygıyı ayırt edebilmek için geri planda yatan asıl kaynağa, yani düşüncelere, yorumlara ve olaylara yüklenen anlamlara başvurmak gerekeceğini ifade eder. Aynı anda hem korku hem de kaygı yaşama ihtimalimiz var elbette. Mesela yüzme bilmediği için suya girme konusunda kişinin ortaya koyduğu kaçma tepkisi korku (Bu duygu bizi hayatta tutmak için gereklidir.), başkalarının bu durumda kişiliğimiz hakkında olumsuz düşüneceklerine yönelik hissettiğimiz olumsuz duygu ise kaygıdır. Buradan da kaygının diğer insanların bizim hakkımızda ne düşündüğüyle gereğinden fazla ilgilendiğimizden kaynaklandığı anlaşılıyor. O halde başkalarının benimle ilgili düşünceleri ne düzeyde bir öneme sahiptir? Bu soruların cevabını verebilmek için Maslow’un İhtiyaçlar Piramidini anlamanın gerekli olduğuna inanıyorum.
Maslow temelde beş tip ihtiyacımız olduğunu iddia eder. Bunların belli bir içsel sırayla karşılanması varlığımızı devam ettirmemiz ve sağlığımız için önem arz eder. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ihtiyaçlardan (hava, su, yiyecek, uyku…gibi.) sonra, güvenlik ihtiyacı (korunma, istikrar, fiziksel güvenlik…) gelir. Bu gereksinimlerin tatmin üretecek kadar karşılanmasından sonra sevgi ve aidiyet gereksinimi kendini hissettirir ve bundan sonra dördüncü basamak olarak kabul edilme, itibar, saygı ihtiyacı gelmektedir. Bu temel gereksinimler eksiklik duygusundan kaynaklanır. Doyurulmadıkları sürece gerilim yaratır. Bundan sonra kendini gerçekleştirme ise bir eksiklik olarak değil gelişme ve ilerleme ihtiyacı olarak kendini hissettirir. Her hangi bir düzeyde saplanıp kalmak genellikle çocuklukta bunlarla ilgili aşırı bir yoksunluk yaşanmasıyla ilgilidir. Bu yoksunluk şimdiki davranışlarımızın da arkasında yatan neden olabilir. Savaşlar yaşamış bir nesil yaşamamış bir nesle göre daha tutumlu ve istifçi davranış sergileyebilir. Anne ve babası boşanmış bir genç sevgilisinin sevgisinden sürekli şüphe duyabilir ve her an terkedilme kaygısı yaşayabilir. Freud’un dediği gibi “Zihinsel olayların akışı, her durumda, nahoş bir gerilim tarafından sağlanır.” Bu kaygıların yarattığı bu olumsuzluklar neyse ki yetişkinlikte telafi edilebilir. Ama nasıl?
Albert Ellis’in düşünceleri ve tespitlerinden yararlanarak sevgi ve onaylanma gereksinimi arasında kurduğumuz yanlış bağın da doğru bir zemine oturtulması gerektiğini düşünüyorum. Şu düşünceleri önemsememiz gerekir: Her önemli insan bizi sevmeyebilir. Bizi seven her insanın onayını alamayabiliriz. Bizi onaylayanların düşünceleri değişmez değildir. Onlar da bir gün onaylamayabilirler. Bütün çabalarımız sürekli onay kazanmak yönünde olursa başka alanlara enerji harcayamayız. Bu da bir şeyi çok istedikçe bizden uzaklaşması demek olan “paradoksal niyeti” çağrıştırır. Çünkü bunu elde etmek için asıl yapılması gereken yapılmamış olur. Sevilme gereksinimi arttıkça ve bunun için çırpınışlar arttıkça bu başka insanlara itici gelebilir, onları sıkar ve rahatsız edebilir. Dolayısıyla sevilme ve onaylanma gereksinimi arttıkça insanların bizi sevme ve onaylama tepkileri de o derece azalabilir. Birini etkin bir bicinde sevmek, emek yaratıcılık ve fedakarlığı gerektirir. Yani fazlaca enerji gerektirir. Bu bizi de yorabilir ve can sıkıcı hale gelebilir. Çok fazla kişiye yöneltilmiş yoğun sevgi kaygıyı artırabilir.
Güncel çalışmalar “ben zeki biriyim, ben güzelim, ben mutluyum” gibi olumlamaların düşünüldüğü gibi etkili olmadığını, olumlamaların sadece bilinç düzeyinde etkide bulunduğunu ve bu düşüncelerin karşıt düşünceleri tetikleyip çatışma yarattığını ortaya koymaktadır. Olumlayıcı ifade kullandığımızda bir iç ses “Hayır aslında sen mutsuz bir insansın .” diyebilir. Bunun yerine bazı psikologlar olumlayıcı sözler söylemektense kendimize sorular sormanın kendimizle ilgili inançları değiştirebildiğini keşfetti. Biraz felsefeden yardım alarak “Mutlu muyum? Mutluluğun ölçüsü nedir? gibi doğru soruları sormak, çatışmayı ve inkar savunma mekanizmasını önler ve yerine şüpheyi koyarak farklı sorulara yönlendirebilir. Şüphe felsefece kullanıldığında yüzleşme ve sorgulama insanı yörüngesine oturtur. Bunu yapamadığımızda E.M. Cioran’ın “Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne” adlı eserinde belirttiği şu duyguyla devam etmek zorunda kalırız: “ Her şey var; hiçbir şey yok. İki cümle eşit bir tarafsızlık sergiliyor. Kaygılı insan, bahtına küssün. İkisinin arasında durur, sarsılmış ve şaşkın, hep ince bir ayırımın insafına kalmıştır; olmanın ya da olmamanın güvenliğine bir türlü yerleşemez.”