Her gün ve Hiçbir şey -1

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Her şey yaşanıyordu dışarıda. İyi kötü ne var ise sokakların, duvarların şahitliğinde yazılıyordu geçmişe. Müthiş bir kalabalığın garip sessizliği üzerine, inci tanesi gibi damlalar akıyordu gökten. Her iş çıkışı eve gelişinde yol kenarında gördüğü, sokağa saldığı hayat küfürleri ile tanıdığı travesti Necla, yine bir ayyaşın bedenini rahatlatıyordu. Çocukken oyun arkadaşlığı, düş arkadaşlığı hatta bir keresinde kısa süreli olmuş olsa da yürek arkadaşlığı yaptığı Hafize’nin süt beyaz teni, masaj salonunda hiç tanımadığı birinin ne koktuğuna anlam veremediği iğrenç dudakları arasında gidip geliyordu. Anne ve babasının kimler olduğu hakkında hiçbir fikri olmayan küçük Buğra ise,  gün boyu topladığı kartonlardan birini yastık yapıp kaldırıma sermişti bedenini. Eve hiç benzemeyen, içinde ne bir çocuk gülüşü, ne de bir sevgi sesi taşıyan, hatta bazen tımarhaneyi andıran koyu renkli duvarların ardında yaşanıyordu tüm bunlar ve tabi daha fazlası. Gözlere bir rüya gibi düşen Ay, işte böyle hayatların üstünde dolanmaktaydı sabahlara kadar. Hem kim bilir belki de ayla güneş birer yardımcısıydı tanrının ve yardımcıların gücü yetmiyordu acıyı kaldırmaya. Geceye biri, gündüze biri sadece ışık tutabilecek kadar bir güçle, nöbet dikiliyordu gökten. Belki de tanrı unutmuştu onlara düzeltme gücü vermeyi ve öylece çekip gitmişti.

Eksiklik, büyük bir eksiklik vardı.
Bu eksiklik asırlardır sürmeye devam ederek, hep gedikler açmıştı insan beyninde.

Tanımı zor, tanımı lanet bir eksiklik…
O yüzden yazılar yazılıyordu farklı farklı ellerden, sözler dökülüyordu farklı farklı dillerden; işte o tanımı zor, o tanımı lanet sırra ulaşmak içindi belki de tüm emek.

 

Ay çekildi. Güneş aldı yerini.
Grip kokusuna bulanmış ve ara salondan sidik kokusu taşan dağınık evin yatak odasına bir ‘günaydın’ gibi, bir ‘umut’ gibi daldı ışıklar, demet halinde. Ama bu ışıklar tamamen sahtekardı. Çünkü düzeltici tek bir gücüne rastlanmamıştı şimdiye dek.

“Zır, zıırr, zııırrr” çalan, odanın her yanını sarantelefonunun çalar saati, başardı sonunda onu uyandırmayı. Açtı gözlerini körkütük aşık uykusundan… Başucundaki bir ayağı kırık sehpadan bir dal sigara ve çakmağını aldı. Elini hoyratça uzatmasından kül tabağını halıya düşürdü. Dünden kalan tüm küller halıya döküldü. İçerlenerek çakmağı çaktı ve sigarasını yaktı. Yarım bir duman aldı önce… Güne sigara dumanıyla ‘merhaba’ dedi. Odanın bin bir çeşit kokan iğrençliğine bir de yarım nefeslik taze sigara dumanı kattı.

Söndürdüğü sigarasının ardından düşüne sığındı bir süre. Düşü en kutsal eviydi onun için… Tüm gizli saklısını oraya akıtırdı. Yine öyle yaptı. Üstelik her zamanki gibi kendini düşte mahkum etti. O bu mahkumiyete alışmış sever hale gelmişti. Çünkü özgürlük denilen olgu, böyle gölgesiz yalnızlıklarda yok olur ve insan her yerde kendini mahkum kılardı.

 

Kaldırdı ağır bedenini yataktan… Halıya dökülen izmaritleri topladı ve kül tabağına tekrardanbıraktı. Halıdaki külü ise ayaklarını halıya sürterek dağıttı. Tüm acılarıgibi… Onları da silmek yerine hep böyle dağıtmıştı. Böylelikle her gece onların varlığıyla boğuşarak yaşadı. Banyoya geçti ardından. Sıcak bir suyla duşunu aldı. Tenindeki kokuyu atması uzun sürdü. Üstünü giyinip saçlarını taramadan çıktı evden. Aynaya pek bakmazdı. İçindeki deniz bambaşka idi çünkü… Şarkısız, yaslı bir denizdi. O denizde hoyrat dalgalarla boğuşur ve bu boğuşma yüzüne, saçına, elbisesine, hareketlerine yansırdı. Yaşamak onda acı bir tat bırakmıştı. O bu acıyı her gün uzun uzun üfleyerek yaşardı.

Evin çıkış kapısı olan tahta kapıyı kapatırken baya bir eforsarf etmek gerekirdi. Bir tür spordu her ne kadar zül olsa da…  Anahtarı hemencecik yuvasına oturtmak mümkün değildi. Anahtarı değiştirmek yerine bu sorunu her gün yaşama sorumsuzluğuna katlanıyordu. Uzun bir çabanın ardından sonuç alıp nihayet evin kapısını kilitledi.

 

Dışarıda sıcak bir hava, renkli olgun bir doğa, insanlar, caddeler, sokaklar, duvarlar ona bir yabancıymış gibi bakınıyordu. O da kendisini her sabah yeni bir dünyaya gelmiş gibi görüyor ve alımlı alımlı etrafı süzerek yürüyordu. Çoğunlukla kaldırımları değil, cadde kenarlarını tercih ediyordu yürümek için. Her şeyi tüm çıplaklığıyla serili halde süzüyordu. “O kadar çok tarikat cemaat giyinmiş ki kalabalıklar, mahallelerde, kentlerde, ülkelerde yalnızlaşmamak mümkün değil!” diye geçirdi içinden. Cayır cayır küllenen bir gelecek, yarına bakan birkaç çaresiz umutlu gözler, içten içe kanatıyordu göz uçlarını…

 

Suskunları oynuyordu her yer… Susanlar, susulanları adımlayacağı rol değişikliğini bekliyor gibiydi… Sahne adeta kendisinden vazgeçilmiş bir tiyatro salonu, sahne uçtan uca karanlıktı… Hırçın bir zaman akımı üstüne üstüne sürüyordu dalgalarını… “Ne kadar da günahkarlaştırdık tanrıyı” diye çığlık attığı geceyi hatırladı. Acınası bir gülüş belirdi yüzünde. Caddenin ortasına atılmış bir balon gibi hissediyordu kendini. Her gelen geçen aracın rüzgarıyla, kaputuyla, tekeriyle her bir yana savrulan. Daha ne kadar savrulabilirdi ki? Hem ne ifade ederdi ki bu. Bir hiçti sonuçta.

“Çalışıyorum” demek güzel, ama ya çalışmanın kendisi… Tüm çabalarına rağmen işe vaktinde gittiği günler istisnaydı. Her seferinde bu gecikmeleri yüzünden iş arkadaşlarıyla kısa süreli, koca sesli söz kavgalarına durmaya alışmıştı artık… Ardından büyük gülüşmeler başlıyordu. Dünya koca bir hapishane gibi geliyordu ona… Hapishane müdürünün emirleri altındaki gardiyanlartarafından, sürekli gözaltında tutuldukları… Her oturuşta, kalkışta, yürüyüşte veyahut bir sokak başında…

Gün geçtikçe yaşlandığını hissediyordu… Bedeninden değil, büsbütün ruhundan sararmış yapraklar dökülüyordu… Bu his canını evire çevire sıkıyordu. Bir şehirden bir başka şehre açılan upuzun bir yolun minibüs durağında, ellerinde bitik duran ikinci sigara ile yoksul midesine dumanlar seriyordu. Rüzgar tüm soğukluğuyla yüzündeki karanlığı daha da karartıyordu.

Minibüs beş dakika geçmeden göründü. Sabah sabah kargaları kavimler göçüne zorlayacak dozda korna sesleri ile durağa yanaştı. Bindi ve gözleriyle minibüsteki işçi manzaralarını resmetti. Cam kenarını tutabilenler tutmuş, uzak bir yerlere dalmışlardı. Tutamayanlar ise gövdelerine sığmayan içlerindeki dünyaya kafalarını iyice gömmüştü. En arkada Memduh oturuyordu. İki gün evvel yeğenini akciğerkanserinden kaybetmişti. Belli ki yas vakti bitmiş, iş vakti başlamıştı gene… Memduh’un yüzünde onulmaz bir yara hissi vardı.

Ayakta bitirdi minibüs yolculuğunu… Dört durak sonra Özgür Çocuk Parkı’nda indi minibüsten…
İş yerine vardığında çay içilmeye hazır onu bekliyordu…

Bu arada tanıştırmadık değil mi?
Adı Metin’di ve o bir gazeteciydi.
Asgari ücretli olduğu için kendini her seferinde yarı işçi olarak tanımlardı.

Haksız da sayılmazdı. (Devamı haftaya)

 

 

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir