İş çıkışı Akıllıya Hasret Sokağındaki bir kafeye doğru yürümeye başladı Metin. Orada bir ilçe belediyesinde çalışan meslektaşı ile buluşacaktı. Hava kar soğukluğu taşıyordu ama yerde tek bir kar tanesi dahi yoktu. Kentin direkleri olan dağlardan iç kesimlere doğru efil efil esen soğukluğu iliklerine kadar hissetti. Kaldırımda küçük adımlarla yürürken, sürekli takip edildiğini hissettiren mobesselere gülümseyerek etrafı süzdü.
Yürüdüğü yolun az ilerisinde, kalabalıktan yükselen sesler dikkatini çekti. Yaklaştıkça sesler daha da yükseldi. Az daha yaklaşınca üniformaları tanıdı. Zabıtalardı. Aralarında gri tişörtlü, buğday tenli bir çocuk gördü. Beş kişiydiler ve Suriyeli bir çocuğun kağıt toplamak için kullandığı bisikleti elinden almaya çalışıyorlardı. Çocuk ise on beş yaşlarındaydı. Gözlerini kaplayan tedirginliği görmek mümkündü. Aynı zamanda yüzünde ve mimiklerindeki cesaret de parlıyordu. Ama o denli büyük değil gibiydi tedirginliği. Korkmaktan ya da kaybetmekten çok, cesareti öğrenmişti sanki.
Zabıtalar, o yaştaki bir çocuğun meydan okurcasına “Vermem!” diye direttiği bisikleti zorla almak için yakasından, kollarından, bacaklarından tutup, itip kaktılar. Çocuk daha fazla direnemedi. Gözünden akmayan yaşla umutsuzca yüzlerine bakıp bisikletini teslim etti. Gürültüde sağ kolunu incitmişti, bunu bisikleti alındıktan sonra fark etti. Zabıtalardan biri, tüm gücüyle kavramıştı kolunu. Aklı bisikletinde iken acıyı hissetmemişti. “Acı, acıyı bastırır” diyenler haklıydı galiba.
İki zabıta, kavradıkları bisikleti kamyonetin bagajına attılar. O anda etraftaki birkaç genç kesilen gürültü sınırında belirdi. Yeni bir gürültü başladı bu kez. Gençler çocuğa yapılanları hazmedememiş; vicdanları onları zabıtalarla karşı kaşıya getirmişti. Çocuk kaldırıma oturmuştu. Yanındaki tartışmayı ne duyuyor, ne de karşılık veriyordu. Susuyordu sadece, uzak bir yerlere bakıyor gibiydi.
Gençlerle zabıtalar arasındaki tartışma sözü aşıp, itiş kakışa evrildi. Zabıtalar “Alacağımızı aldık” edasıyla üniformalarının verdiği ağırlığa yüklenerek, günah işledikleri yerden uzaklaştılar. Gençler de uzaklaştı. Çocuk kaldı yerinde, hala aynı durumdaydı. “Bir kaybetmenin değil, hep kaybetmenin dalgalarında mı yüzüyor acaba? “ diye düşündü Metin.
Metin de olduğu yerde kaldı, sanki orada kalmasının çocuğa iyi geleceğini hissediyordu. Ne Metin, ne de çocuk kıpırdamadı olduğu yerden. Bir süre sonra çocuk, daldığı uzaklardan aldı bakışlarını. Sağ kolunu acıyan yerinden tuttu. Gürültüye tanıklık eden esnafın, acınası aciz bakışları arasında yürüyüp gitti.
Metin, çocuk gözden kaybolana dek olduğu yerde kaldı. Çocuk ise eksilen zamanla birlikte kendisi de biraz eksilmiş gibi, hayata kaldığı yerden yürüdü.
Yarına yerel gazeteler, “Mersin’de trafiği tehlikeye sokan çöp araçları toplatıldı” yazacaktı.
Hepsi bu, yalnızca bu kadar bir cümleyle mültecilik, yaşam kaygısı, çocuk işçiliği anlatılıp üstü kapatılacaktı.
Akıllıya Hasret Sokağı’na vardığında gökyüzü karanlıkla örtünmeye başlamıştı. Kafenin aralık duran kapısından içeri girdi. Çay ocağının yanındaki masada oturan arkadaşını gördü. Yanına geçti, selamlaşıp, oturdular.
Meslektaşı garsona seslenerek, “Bir çay daha alabilir miyiz? Demli olsun lütfen!” dedikten sonra çayından bir yudum aldı.
Meslektaşı, vakit kaybetmeden söze girdi “Bir sızı göğsüme yumru gibi oturmuş duruyor. Eskiden iç ısıtan bir kentti burası. Şimdi ise her şey tepe taklak oldu. Rahat kalmadı bize. Yediğimiz ekmekte gözleri var. Belediyeye atanan kayyum hepimizi birer birer işten çıkarmaya başladı. On bir arkadaşın, gerekçe gösterilmeden sözleşmeleri yenilenmedi. Biri de birlikte çalıştığım birim arkadaşımdı. Belediyenin beş yıllık çalışanıydı. Borç altına girmiş bir ev almıştı. Aylık dokuz yüz liralık taksiti var ama o artık işsiz. Az evvel konuştum. ‘’Yarın sebze haline gideceğim” dedi. Orada çalışacak bir süre. Ne yapacak şimdi? Üç çocuk, kredi taksiti…”
Hal hatır faslı başlamadan kayyumun marifetleri dökülmüştü masaya. Metin ve meslektaşı aynı anda çaylarını yudumladılar.
Metin de konuştu, sanki ihtiyacı vardı buna. “Bu bir haftadır aldığım kaçıncı kötü haber, bilmiyorum. İyi hiçbir şey yok, iyiden bihaber kaldık artık. Nereye dokunsam kanıyor. Nasıl olacak böyle?”
Kısa bir sessizlik girdi araya. Ardından Metin, “Artık gelecek olsun diyorum. Umutla bakıyorum her nedense, bu umutla taşıyorum kendimi bir başka güne”
Meslektaşı, “Umutlu bir şey mi kaldı? Yanı başımızdaki ülkeden sayısız mülteci aktı. Buradakiler desen zaten perişan. Her gün yeni bir kaygı boynumuzda… Üstüne bir de cenazesiz geçmeyen gün kalmadı. Cehenneme döndük. Ne umudu senin bu taşıdığın?”
Metin cevap vermedi. Devamında muhabbet bu yıkık, dökük sözler arasında dolandı durdu.
Bardaklardaki üçüncü çaylar da bitmiş, hava iyice kararmıştı. Metin saate göz attıktan sonra son minibüsü de kaçırdığını fark etti. Arkadaşıyla birlikte hesabı ödeyip çıktılar kafeden. Sokağın başına doğru elleri ceplerinde hiç konuşmadan yürüdüler. Sokağın sonuna vardıklarında tokalaşıp, ayrıldılar.
Gece yürüyüşlerinde şartlar da uygunsa şiir dinlerdi Metin. Yine öyle yaptı. Kulaklığını taktı, Can Yücel’in ‘’Sevgi Duvarı’’ şiiriyle başladı. Ayaklarına günden arta kalan cılız enerjisini yükleyip ‘’Hadi, yürü ya ben!’ diyerek eve doğru yürümeye başladı. Yürüdüğü sokakta, silinmemeye direnen ”Berkin Elvan Ölümsüzdür’’ yazısı dikkatini çekti. Turgut Uyar’ın bir şiirine döndü sonra. ‘’Sevgim acıyor’’ diyordu büyük şair..
“Sevgim acıyor!”