HİÇ KİMSE 2

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Genç sayılacak yaşlardaydı. İşsizdi. Yaşamdan öyle çok şeyler de istemiyordu. İnsanı insanlıktan çıkartan değil, insanlığa yaraşan bir işi olsun, bir şeyler üretebilsin, kendine ve ailesine faydalı olabilsin istiyordu. Hiç kimse olmak istemiyordu.

Sokakta giderken, parkta otururken çevresine bakınıyor, o kadar çok insan görüyordu ki; insanlar da kendisi gibi boş boş dolaşıyorlardı. Şimdi, şu anda bu insanlar ne düşünüyorlardır diye aklından geçirdi. Bu kadar boş dolaşan insanlardan biri olarak, istediği gibi, hatta istemediği gibi de olsa bir iş bulma umudu hepten yok oluyordu.

Düşüncelerin içinde sanki yitip gitmişti. Maden ocaklarında grizu patlamasında ölen işçileri, inşaatların yapımında yüksekten düşüp ölen işçilerin çocuklarını, tersanelerde iş kazalarında hayatını kayıp edenleri, “yatağımızda tahtakurusu var” dedikleri için cezaevine atılan havaalanı işçilerini düşündü. Tahtakuruları sadece insan kanıyla mı beslenir?, insan kanıyla beslenen başka kötüler var mıdır? diye düşündü.

Caddenin solunda, çocuğuyla birlikte yiyecek bir şeyler bulabilmek için çöp tenekesini karıştıran anayı gördü. Yüreği kaldırmadı, anaya fazla bakamadı. Çenesini kaldırdı gökyüzüne baktı. Elini kaldırmadı, burnuyla gösterir gibi; “bu mudur dedi, hepsi bu mudur?, büyüklüğün bu mudur?, bu ‘fıtratı’ sen mi yazdın” dedi. Sonra sustu. Kafası karışık, öyle(!), bir zaman suskun yürüdü. Sonra Oğuz Atay’ın söyledikleri aklına geldi. Yine çenesini kaldırdı, gökyüzüne baktı. Gökyüzü bulutluydu, ötesi görünmüyordu. Bulutları umursamadı, olsun dedi:

“Çok şey vardı anlatacak

O yüzden sustum.

Birini söylesem

Diğeri yarım kalacaktı.

Sen,

Duydun mu sustuklarımı?” diye seslendi.

Sonra; “devlet, hükümet ne işe yarar” diye kendi kendine sordu. Sadece; “siyaset insanların ve toplumun sorunlarını çözme işi değil midir?.. Öyleyse?.. öyleyse?..” diyebildi, gerisini getirmedi.

Şimdi, yukarıdaki neden bağırıyor, neden azarlıyor, neden efeleniyor? Diye sordu. Şimdi yalnız düşünmüyor, bir de soruyordu. “Sözcükler” diyordu, “sözcükler” nasıl oluyor da bir adamın ağzından bu kadar kötü çıkabiliyordu? Oysa en iyi dil, öteki dil ya da beriki dil değildir, senin dilin veya benim dilim değildir. En iyi dil “tatlı” dildir. Tatlı dil evrensel dildir. Tatlı dilde sevgi vardır, şefkat vardır. Dünyanın her tarafında insanlar sevdiklerine tatlı dille hitap ederler. Tatlı dil barışın dilidir. Kötü dil nefret dilidir, savaşın dilidir…

Tüm bunları kafasının içinde evire çevire düşündü. Ve arka arkaya sordu: Kötü iktidarlar hep savaş mı çıkarırlar? Ne kadar savaş o kadar iktidar mıdır?, Savaşlarda kimler ölür?, Savaşlar kimlerin işine yarar?.. Ve savaşların sonuçlarını düşündü: Bir tarafta servetine servet katarak dünyaya hükmeden küresel sermaye vardı, diğer tarafta; sürekli artan, yoksulluk, acı, gözyaşı ve tarifsiz bir sefalet vardı. Ve bu çark, hep böyle dönüyor dönüyor dönüyordu. Ve işsizlik sermayenin elinde tuttuğu yedek işgücüydü. Sistemin garantisiydi…

Uzlaşmaz çelişki diye düşündü. Bu düşünceler beynini acıtmıştı, başını ellerinin arasına aldı.

Bir çıkış, bir umut olmalıydı(!)

Önünde duran sokağa boydan boya baktı.

Ve yürüdü.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir