HİÇ KİMSE

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Onlar sadece şehrin varoşlarında değiller. Şehrin en işlek caddelerindeler. Onlar artık her yerdeler. Dağınık ve örgütsüzler. Bu kadar çok olmak ve “hiç” olmak ne acı!

Geçen gün, atanamamış bir öğretmen kendinden söz ederken; “hiç kimseyim ben, benim gibi olanların tamamı da hiç kimsedir.” Diye ifade ediyordu. Bu mantıktan yola çıkarsak ülke nüfusunun yarıdan çoğunun hiç kimselerden oluştuğunu görürüz.

“Ben hiç kimseyim” demek ne korkunç bir söylem. “Hiç kimseyim” sözü her şeyden bağımsız, çırılçıplak, kendinden menkul bir söz değil. Bu sözün içini açıp baktığımızda, orada işsizliği, yalnızlığı, sevgisizliği, güvensizliği, umutsuzluğu ve mutsuzluğu görürüz.

Oysa insanoğlu tarihler boyunca, mutluluğu yakalamak, mutlu yaşamak için ne bedeller ödemiştir. Görülmüştür ki; mutluluk, ayının arka ayaklarının üzerinde kalkarak daldaki armudu aldığı gibi kolay elde edilen bir şey olmamıştır. Ayı bile armudu alırken bir “hiç” olmadığını göstermiştir.

İnsanoğlu mutluluğu ararken edindiği tecrübeler sonunda şöyle bir formül bulmuş: Birincisi sağlık+ ikincisi yeterli ve güvenilir bir iş+ üçüncüsü sevme ve sevilme(aşk)+ dördüncüsü Umut= Mutluluk.

O zaman; sağlığımızı, işimizi, sevgimizi, umudumuzu çalanlara karşı örgütlü ve güçlü olursak mutluluğu yakalayabiliriz.

Buna, her alanda doğru sorular sorarak, doğru yanıtlar arayarak çözümler bulabiliriz. Yeter ki “hiçlikten” kurtulalım.

Antik Yunandan buyana, 2500 yüzyıllık bir yol alarak, günümüze kadar ulaşan; örgütlenemeyen hiç kimselerden birinin yaşadığı bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim.

Yunan klasik çağında, tapınaklardan birinde dehşet verici bir olay meydana gelir.  Bir gece Zeus’un heykeli gizli ellerce kırılarak paramparça edilir. Bunun üzerine, halk öfkelenir, başlar uğuldamaya. Tanrıların öç almalarından korkarlar.

Her taraflara tellallar çıkarılır. Suçlunun bir an önce yakalanıp hak ettiği cezaya çarptırılması istenir. Tellallar durumu ünleyerek herkese duyururlar.

Suçlu ise, doğal olarak yakalanmak niyetinde değildir. Bir hafta sonra, başka bir tanrı heykeli daha parçalanır, yerle bir edilir.

Bunun üzerine halk, bir delinin ipini koparmış olabileceği kaygısına kapılır. Her yana nöbetçiler, gözcüler salınır.  Bütün bu uğraşların sonunda suçlu yakalanır ve yargıcın karşısına çıkarılır.

Yargıç sorar:

-Nasıl bir son bekliyor seni, biliyor musun?

Suçlu, neredeyse, neşeli bir tavırla:

-Evet, biliyorum, ölüm bekliyor beni. Der.

Yargıcın gözleri büyür, merakla sorar:

-Ölümden korkmuyor musun?

Suçlu yargıcın büyüyen gözlerinin içine bakarak:

-Korkuyorum ebet. Diye yanıtlar.

-Öyleyse cezasının ölüm olduğunu bildiğin bir suçu niçin işledin?

Suçlu yutkunarak şunları söyler.

-Beni hiç kimse tanımaz; ben hiç kimseyim. Bütün yaşamım boyunca da hep hiç kimse olarak kaldım. Hiçbir zaman varlığımı kanıtlayamadım. Hep işsiz kaldım. Beni hiç arayıp sormadılar. Ben kendimin de bu dünyada yaşadığımı, herkes gibi benim de var olduğumu anlatmak istedim. Bu nedenle, öyle bir şey yapayım ki hiçlikten kurtulayım dedim, insanlar beni tanısınlar… ve bir daha unutmasınlar.

Bir an sustuktan sonra sözlerine devam eder.

Ancak unutulan kimseler ölür. Ölüm dediğin nedir ki?.. Bence ölüm ölümsüzlüğe ödenecek küçük bir bedeldir. Diyerek sözlerini bitirir.

Unutulmamak için, hiç biri olmamak için; sağlığımıza, işimize, sevgimize, umudumuza sahip çıkmak için; birlik olmak, güçlü olmak zorunluluktur.

 Seçimlerde de “hiçliğin ” gereği yok. Mutluluğumuzu çalan bütün iktidarlar tarihin çöplüğüne, yarınlar bizim diyebilmek ne güzel olurdu.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir