Burhan Gündoğan
Suyun gözelerinden birinin başında oturmuşuz. İlkyazın bütün coşkunluğu üzerimizdeydi. Dağlar yeşile bürünmüş; karşı kayalıklarda bir çoban koyunlarını otlatıyor, onların ardına kuzuları takılmıştı. Çoban, kuzuların analarına her yaklaşışında elindeki sopayı kaldırıp taşlara vuruyordu. Gülüyor ve hayatın her alanında koyunlar ve kuzular var, diye içimden geçiriyordum. Ne zaman kuzular süt istese gösterilen hep sopadır, diyorum.
Yanı başımızdaki söğütler saçlarını yeni çözmüşler. Bir salkım söğüdün dalı iyice eğilmiş suya, su onun taze yapraklarını yalayarak akıyordu. Beri tarafta yaban söğütleri bitivermiş, küme halinde bir koruluk oluşturmuştu. Üstümüzdeki asmanın taze yaprakları giderek genişlemiş altında oturulacak bir gölgelik yapmıştı.
Hüseyin’le kendi iç dünyalarımızı deşiyor, iç yaralarımıza neşter vuruyorduk. Bir viski almıştım, iyi bir içici değildim; ama içmenin sohbetine de dayanamıyordum. Ben, yudum yudum viskimi içerken, Hüseyin’ in aceleciliğine bir anlam veremiyordum. Masamızda soğuk mezeler… Önümüzde baharın bütün çılgınlığı ile dolu dolu akan derecik. İleride bu vadinin güçlü suyu Harçik… Bir menderes çizip, kayalıkların altından akan su bir öncesizlikten, bir sonsuzluğa doğru gidiyordu.
Hüseyin‘i dürtüp karşı kayalıkları gösteriyorum. Suya nazır ne güzel görünüyorlardı. Yeşil otlar, arada yayılan kuzular… bu mevsimde göz zevkini doyuruyor doğrusu. Bir zaman sonra kuruyup gidecek göz de müthiş bir yenilgi alacaktı. Oysa şimdi yeşil ot kayalıkları bir kardeş gibi sarıyordu. İçimden geçenleri dudaklarımdan bırakıyorum. “Bir kardeş gibi sarmış otlar kayalıkları”, dedim. Hüseyin, gözlerime baktı. Sanki benden gizlediği bir yanı var da ben de onu görecekmişim gibi ürkekti bakışları. Neden sonra içkinin verdiği rehavetle derin bir” oooh” çekti. Derdin derdi açtığı saatlerdi. İçimizde her an bir çığ kopabilirdi. Sanki ikimiz de bu suyla kirvelik tutmuşuz. Sanki ikimizde suyun gözesine on iki kuruş atmış, o dostluğu sonsuzlaştırmıştık.
Giderek dalgınlığı artıyordu Hüseyin’in. İçimi bir korku sardı. O’nun dalgınlığının üstesinden gelebilirim düşüncesiyle hemen, sıcaklarımız gelsin, diye garsona seslendim. Hüseyin’le birlikte her şey bende suskunlaşıyordu, isteksizdim. Hüseyin’ininse gözleri kayalıklarda kalmıştı. Bir lezzet vererek dilime ‘’Balıklarımız geldi, Hüseyin, dedim. Hüseyin’in bakışları, bir uzayıp, bir kısalıyordu. Sürahiyi suyun gözesine daldırıp çıkaran Aydın’a bakıyordum. İlk kez susadığımı hissettim. Sürahiden lıkır lıkır bir su doldurdum bardağa. Aydın, gülerek” bizim buzdolabımız doğal Hocam”, dedi. Gülüşüm bozuk. Kendimi toparlayıp Hüseyin’e baktım. O’nun esmer yüzünden başlayıp kır düşen dalgalı saçlarını süzdüm uzun süre. Artık içimi kaplayan büyük bir korku vardı. O’nu buraya getirişime yandım. Kendimi birinci dereceden sorumlu hissediyordum. Kendimi toparlayıp “Hüseyin ne oluyor sana, bir yemek yiyecektik burnumdan getirme, dedim. Hüseyin, bir ölünün boğazından çıkan bir hırıltıyla.’’Özür dilerim ‘’ dedi. Ben biraz daha güven dolu bir sesle ‘’Haydi başlayalım ‘’ dedim. Hüseyin’in gözlerinden yaşlar akıyordu. Hüseyin’e bakışım giderek kaygıya dönüşüyordu. Söyleşimiz yoktu. Hüseyin, televizyon ekranında donan görüntü gibi öylece duruyordu. Mavi ve beyaz kalın çizgili gömleğinden yüz hatlarına varıncaya kadar onu izliyordum. İçimden kendime bir lanet çekiyorum.’’Sana ne ulan viski içmek be, adam göz göre göre gidecek’’ dedim.
Çok sonraları ağır ağır başını dağlardan çekip masaya döndü Hüseyin. İçimin tüm kaygılarını bir yana atıp onu söyletmeye, bakışındaki donukluğu kırmaya çalıştım. “Sanki o şu karşıdaki kayalıklardan inecekmiş gibi. Belki de hiç ölmedi . Onu o kayalıklardan alıp götüremedim ben”, diyor seslice. Yüzümdeki bakış değişti.” Kim o, sen neden bahsediyorsun, gözünü seveyim Hüseyin Abi “, dedim.
. Bakışlarını yüzümde tutup:
‘’Kardeşim şu karşı kayalıklarda vuruldu. Öyle bir güzel çocuktu ki bakmaya kıyamazdın. Kardeş acısına benzeyen kaç acı var, şu dünyada’’ dedi. İçim ezildi, onun bu sözleri karşısında. Yine dağa doğru bakarak:” Bana bir balta versinler şu dağları doğrayıp atayım, ne dağ kalsın içimde ne bu acı”, dedi.
Keder yayılıyordu içime, gözlerim doluyor, yalnızlaşıyordum. Bütün nesneler bana üzgün bakıyordu. Yerimden kalkıp Harçik’in çizdiği menderes boyu yürümeye başladım.
Hüseyin’in biraz kendi haline kalsın istiyordum. Doğal olarak onu kendini dinlemeye, kendisiyle hesaplamaya bırakıyordum. Kendimce hep yalnızlıklarım vardı. Uzun değil ama kısa yalnızlıkları seviyordum. Su boyunca iri yuvarlak taşların üstüne basa basa kumsala doğru yürüdüm. Ayaklarım keder taşıyordu, gözlerim acı… Söğüt ağaçları öylesine güzeldi ki. Onların canlı narin yapraklarını izlerken içimi yine de bir sevinç okşuyordu. Bazen sevinçle acı biri birine ne kadar da yakın, diyordum içimden.
Dakikalarca yürüdüm. Yaban söğütlerinin arasından geçip oturduğumuz mekâna geldiğimde, Hüseyin’i kendi haline bırakmamın iyi olduğunu fark ettim. İnsanın yalnızlığı bazen kendine ilaç oluyordu. O sonsuz keder yüzünden silinmişti. İçime bir serinlik vurdu, yanına yaklaşıp artık içme, dedim. Yeşil gözlerindeki sarhoşluğun aralanması ne güzeldi. Çok mu içtim, dedi. Onun içtiğiyle kıyaslayınca sarhoş olunacak gibi değildi de, başka şeyler seni sarhoş etti, dedim. Güldü.
Bir kedi masanın altında ayaklarıma sürtünüyordu. Hiç yalakalık yapma, dedim duyulur bir sesle.” Boş ver kedidir bir parça et atta önüne bayram etsin”, dedi, Hüseyin.
Boyuna su akıyordu. Gözlerim suyun gözesinde. Alttan kaynayıp çıkışı ne güzeldi. Su kültürlerin anasıydı. Bir minibüs yay gibi bükülen yoldan hızla geçip gitti. Hüseyin’le olan diyaloğumu kesip üstümüzde azametle bize bakan Zel dağına gözlerimi verdim. Doruklar çıplak otsu , daha altlarda yeni yeni uç veren meşeler.Nereye bakıyorsun,dedi, Hüseyin. Bende kalsın sonra bir gün okursun, diye karşılık verdim.
İçimizden kayıp giden Güneş’ lere…