1996 senesinde çıkan ve o dönemlerde gençler arasında popüler olan, Mustafa Sandal’ın söylediği “Araba” adlı şarkı aklıma geldi konuyla ilgili düşünürken. Şarkı, söyleyeceklerimin merkezinde değil elbet ama konuyla ilgili olarak yarattığı çağrışım beni ironik bir duyguyla gülümsetti. Şarkının son dizesi şöyle:
“Onun arabası var güzel mi güzel / Şoförü de var özel mi özel / Bastı mı gaza gider mi gider / Maalesef ruhu yok / Onun için hiç mi hiç şansı yok”
Bu dizeler yoksunluğun yarattığı olumsuz duygunun entelektüelize edilmesine yönelik bir savunma mekanizmasının ürünü müdür, bilemem ama içerik olarak bir yönüyle de servet (sadece parasal değil, sahip olduklarımızın hepsi anlamında) sahibi olmanın, varoluşsal olarak “olmak” anlamına gelmediği fikrini de içermektedir. izmit escort
Günümüzde kapitalist sistemin reklamlar ve her türlü medya yoluyla bilinçaltımıza pompaladığı “Sahipsen varsın, sende varsa değerlisin.” mesajı bize lütfedilen mutluluğu edinmenin yolunu göstermektedir. Ne kadar mutlu olacağımızı ya da değerli olacağımızı belirleyen şeyi, işaret edilen nesneye sahip olup olmamamız belirliyor. Üstelik bu sistem ayakta kalmak için bunu sürekli olarak ihtiyaç haline getirebilmek zorundadır. Kullandığımız teknolojinin ömrü de buna göre dizayn edilmekte. Garanti süresi sınırlıdır ve belli bir süre sonra bir üst sürümü piyasaya sürerek insanın tekrar yeni ürünü edinmesine yönelik güdülenmesini harekete geçirmek için gerekli oyun, her seferinde yeniden oynanmaktadır. Şimdi, X marka bir telefon almaya dışsal olarak güdüleniyorsunuz, sosyal etki sonucu mutlu olup olmayacağınız bu ürüne sahip olup olmamanıza bağlı. Zor şartlarda bunu edinmek adına yaşamınız düzenliyorsunuz. Borç harç ve bir sürü emeğin sonucu mutlu sona ulaştınız. Artık o telefon sizin. Ne var ki daha siz telefonunuzla balayındayken bile birileri sizin sonraki hedefinizin ne olacağına yönelik çalışmaları başlatmıştır. Siz daha telefonunuzun bütün özelliklerini tam keşfedemeden, bu telefonun yeni sürümünün belli bir tarihte piyasaya sürüleceğini öğreniyorsunuz. Şimdi artık, verilmiş mutluluğunuzun sonlanacağı tarih de belli oldu. Bu sefer yeni ürünü almak adına yaşamınızı yeniden düzenlemeye başlıyorsunuz. Ve onu elde edinceye kadar bu çerçevede mutsuzsunuz. Bu döngü hemen her kapitalist mantıkla üretilen üründe döngüsel olarak yaşam boyu devam eder. Çünkü sistemin ayakta kalması için sizin tüketiciliğinize ihtiyacı vardır. Artık bir silindirde sürekli olarak dönen bir hamstersinizdir.
Acaba bizimmiş gibi zannettiğimiz hedeflerimiz bize mi aittir? Yoksa belli güçlerin istediği gibi düşünmeye ve yaşamaya programlanan yığınlara mı dönüştük? Kendimizin ne kadar bilincindeyiz? Sanırım kendimizi akılcı bir yaklaşımla ve farkındalıkla gözleyebilseydik, önce kendimizden sonra da çevreden ne kadar soyutlandığımızı ve kendimize yabancılaştığımızı görebilirdik. Sistemin devşirdiği bu yeni insan tipine E. Fromm “pazar karakteri”, Marks “yabancılaşmış karakter” der. Psikiyatrik olarak da Fromm bu olgunun toplumun şizoid karakterlerden ibaret olmaya başladığı anlamına geldiğini vurgular. Artık kitle, kendisi gibi olanlarla birlikteyken mutlu olabilen, normal insanlar arasında huzursuzluk yaşayan mutsuz olan bir kitledir.
Kaygı ve öfke ne kadar doğal bir duyguysa, bir nesneyi edinmek ve kontrol etme güdüsü de o kadar doğaldır. Ancak nasıl ki kaygı ve öfke, insanın kendisini yönetmeye başladığında yıkımlar oluyorsa aynı şekilde edindiğimiz servetin de bizi yönetmeye başlaması, birey olarak var olabilmenin en büyük engelidir. Mesele çağımıza özgü değil ama günümüzün sömürüye dayalı ekonomik sistemlerinin bunu felakete yol açacak, bireysel ve toplumsal ruh sağlığını kısa sürede tehdit edecek boyuta taşıdığı bir gerçektir. Nitekim bundan yaklaşık 2100 yıl önce yaşamış Stoa Okulu Filozoflarından Cicero’nun insanları sahip olduklarına bağımlı olmamaları, tüm servetlerin sahibinin Tanrı Fortuna olduğu ve zamanı gelince geri alınacağı konusunda uyarmasının nedeni budur. Bu durum Alman besteci Carl Orff tarafından Carminia Burana adlı bestede şöyle dile gelmiştir:
“O Fortuna! Ay gibi her daim başkalaşan, / Ne süfli bir hayat! Büyüyen akabinde küçülen, /
Önce tarumar eder, sonra teselli; ne şakacı bir idrak! / Buz gibi erir onda yoksulluk, hakimiyet…”
Nesneye bağımlılık mutluluk potansiyelinin dış denetim odaklı hale gelmesi demektir. İç denetim odaklı mutluluk “OLMAK” ile mümkündür. Sahip olmak yerine “OLMAK”, özgürleşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Bu yönüyle felsefede “olmak”, psikolojide “kendini gerçekleştirmek” ile aynı anlamı taşır. Var olan potansiyellerinin farkında olmak ve onları ortaya koyabilmek adına yola çıkılan bir yaşam bizi özgürleştirir. Mutluluğumuz dışsal etkenlerce belirlenen ve sürekli değişen kırılgan bir yapı yerine, daha tutarlı ve sürekli olarak kendi denetimimizdeki yolculuğumuzun sonucu haline gelir. İnsan kendini nesneleştiren bir özne olmak yerine, bağımsız bir kişiliğe varan gelişme sürecini gerçekleştirmiş, yani bireyleşmiş bir varlık olarak yol aldığında üretecektir. Ürettikçe mutlu olacaktır. Aksi halde çevremizin fizyolojik olarak doğmuş olsa da psikolojik doğumu hayatı boyunca gerçekleşmeyen insanlarla kuşatılma süreci kaygı verici bir hızla devam edecektir. Bir şarkı sözüyle başladığımız yazımızı Ömer Hayyam’ın ironik bir dörtlüğü ile bitirelim:
“Dünya ömrü masaldır, bir de soruyor. / Demek malı, mülküyle gurur duyuyor? / Bu fırtınalı yerde mum yakmış demek? / Hem bu sel yatağına ev mi kuruyor?”