“KAYBOLMAYAN şeyler vardır. Onlardan biri de şiddettir.” diye söze başlar Byung-Chul Han Şiddetin Topolojisi adlı kitabının giriş bölümünde. Şiddet Türkçe’ye Arapça’dan geçen bir sözcüktür. Şiddet kök olarak Arapça’da zorluk, sertlik, katılık anlamlarını içerir. Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre “Şiddet; kendisine, başkasına, bir gruba veya topluma karşı kasti olarak fiziksel baskı veya güç kullanmak, tehdit etmek veya fiiliyata geçirmek, yaralama, ölüm, psikolojik zarar, gelişim bozukluğu veya mahrum bırakmaya neden olmak veya bu durumların gerçekleşme ihtimalini artırmaktır.”
Byung-Chul Han dediği gibi şiddet belki de hiçbir zaman kaybolmadı ama görmemeği, uzak durmayı, kaçmayı başardığımız zamanlar da geride kaldı. Günümüzde ‘’kötülüğün sıradanlaştığı” toplum kamplarında! yaşıyoruz. Fakat şiddet geçmişten farklı olarak, gelişen teknoloji ve sınır tanımayan sosyal medya aracılığıyla artık önlenemez bir viral bulaşma şeklinde yayılmaktadır. Mutasyona uğramış virüs gibi sürekli kılık değiştirerek karşımıza çıkan şiddet, görünmezlik pelerini içerisinde bu yeni yönüyle kamufle olmayı da başarmış durumdadır. Toplum elbette şiddetin büründüğü tüm biçimlerinin sergilendiği bir sahne olmaya devam ediyor. Bu yönüyle şiddeti araçsal bir saldırganlıktan (çıkar amaçlı) karşıdakini yok etmeye yönelik düşmanca saldırganlığa (yok etme amaçlı) kadar zengin bir çeşitlilik içerisinde her kılığıyla görmeye devam ediyoruz.
Peki şiddet güçlü olana özgü bir davranış mıdır? Erich Fromm’ a göre şiddet sanıldığı üzere güçlü olanın bir edimi değildir. Fromm ‘Sevginin ve Şiddetin Kaynağı’ adlı eserinde şöyle der: “Yaşam yaratmak, güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikleri gerektirir. Yaşamı yok etmekse yalnızca bir tek niteliği, şiddete başvurmayı gerektirir. Güçsüz insan, tabancası, bıçağı ya da kuvvetli bir bileği olduğu sürece başkalarının ya da kendisinin içindeki yaşamı yok ederek onu aşabilir. Böylece, kendisini yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten doğan ve güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratmayan bir insan, yok etmek ister.” Kötülük Fromm’a göre insana özgü bir olgudur. “Hayvan kötü olamaz, özünde soyunu sürdürme mücadelesine hizmet eden içgüdüsel itkilerine göre hareket eder. Kötülük, insanlık alanından çıkarak insanlık dışı alana girme çabasıdır.” İnsanı açısından bu durum büyüme sendromunun tersi olan çürüme sendromu olarak tanımlanır. Sevgiden yoksun ve yaratmayan her şey çürümeye yok olmaya ve yok etmeye yönelecektir.
Farklı çağlarda farklı maskelerle karşımıza çıkan şiddet bazen gösteriye dönüşür ve iktidarın güç göstergesi olarak bilinir, bazen görünmez olur ve kamufle edilir. İnsan onu bazen bilinçaltına gizler, bazen ise bir toplama kampının ya da karanlık duvarların ardına gizler. Ama o bir şekilde var olmaya devam eder. Her çağın belirleyici dinamikleri şiddetin de biçimini şekillendirmektedir. Değişen sadece biçimdir. Şiddet hep var olagelmiştir. Az gelişmiş toplumlarda bir güç ve iktidar göstergesi aleni ya da duvarların ardında gizlenerek de olsa var olmaya devam ederken, bugün gelişmiş toplumlarda şiddetin başka bir forma büründüğünü anlamamız gerekir. Byung-Chul Han günümüz geç modernite toplumundaki şiddetin formunu açıklamak için ‘OLUMLULUK ŞİDDETİ’ kavramını kullanıyor. Han’a göre düşman ve iktidardan yoksun ve kitleselleşen olumluluk; ‘AŞIRI’ üretim, iletişim ve performansa dayanır, dolayısıyla ‘HİPER’ dikkat ve aksiyon gerektirir. Dolayısıyla başarı ve performans odaklı öznenin temel sorunu depresyona dönüşecektir. Çünkü ‘öteki’ ile bağını yitirmiş özne için artık bu durum bir ödüllendirme krizine yol açmaktadır. Ama hep daha fazlasını isteyen doyumsuz bir kriz. Başarı ve performans toplumunun ideal öznesi Han’a göre her şey için kullanılabilecek karaktersiz diğer bir değişle karakterden azade bir insandır. ‘Yüzergezer’ bir duygu ile her şeyi hızlıca tüketen, derinlikten ve rasyonellikten uzak halde yaşayan bir özne için yüzergezerlik duygusu bir noktaya kadar özgürlük duygusuyla paralel gitse de uzun vadede ruhsal tükenmişlik yaratmış olacaktır.
Biçim değiştirse de şiddetin her türlü yıkıcı özünü gerçekleştirir. Nasıl sahnelendiğinin bir önemi yok, bu oyunun bir senaristi ve yönetmeni vardır. Şiddet bu yönüyle her zaman suç ortaklarına ihtiyaç duyar. Arendt der ki, “Kendisini destekleyecek başkaları olmaksızın tek bir insan, asla şiddeti başarıyla kullanacak kadar iktidara sahip değildir.” O halde suçlu kimdir? Senaristler, yönetmenler, aktörler tamam. Peki bu oyunun izleyicileri! Elbette onlar da suçlu. Ama herkesin sorumluluk almamak adına bir kendince makul gerekçeleri vardır. Böylece cenaze ortada kalır, ne de olsa Arendt’in deyimiyle “Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir… Bizatihi suçun büyüklüğü, hiçbir şeyi yapmamak için en iyi bahanedir.”