1904’te Adem’in Güncesi, 1906’da Havva’nın Güncesini konu alır Mark Twain. (Yazarın asıl adı Samuel Langhorne Clemens’tir). Burada kadın erkek ilişkilerini evrensellik çerçevesinde gülünç yönleriyle ele alıyor. Günümüzde “siz kadınlar” ve “siz erkekler” ile başlayan kalıp yargısal düşünce ve toplumsal rollerin ürünü, kişilik özelliklerine yönelik iki cinsiyet arasındaki güncelliğini hiç yitirmeyen bu sürtüşmeleri, farklı çağlarda farklı boyutlar kazansa da özünde temel etkenin değişmediği bu sorunsalı anlatmak için yazarın bundan 110 yıl önce kitap adını “ Adem ile Havva’nın Güncesi” olarak bize sunması, evrensellik ve değişmezlik vurgusunu daha da ön plana çıkarması açısından manidardır. Kadın-erkek ilişkilerinde yaşadığımız çatışmaların bize ve bu çağa özgü olmadığını anlamamız açısında bu kitabı okumanın önemli bir katkıda bulunacağına inanıyor ve kitabı okumayan ve bu konuda muzdarip kadın ve erkek arkadaşlarıma kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. Size her çağda dert ortağınız olduğunu ve yalnız olmadığınızı hissettirecektir.
Bu çatışmaların kaynağı sosyolojik, ekonomik, psikolojik, biyolojik, siyasi, inançsal temellere dayandırılabilir elbet ve bu konudaki tartışmalar güncelliğini yitirmiş değildir. Ancak burada dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu olacak: kaynağı neye dayandırılırsa dayandırılsın kadın-erkek ilişkisinin niteliğini bozan ve benliğimize yönelik tehdit oluşturan temel davranışın aynı olduğunu düşünmekteyim. Bunu anlar ve bu tutumdan kaçınırsak kadın-erkek ilişkilerinin sürdürülebilir ve tatmin edici bir düzeye ulaşacağına inanmaktayım. Kaçınmamız gereken bu tutuma ‘İnsan Tutulması’ demeyi tercih ediyorum. Şimdi gelin bunun nasıl bir davranış olduğunu görmeye çalışalım.
Her insan özgür bir istence sahiptir ve insanın kendine özgü bir yaşam alanı vardır. İnsan bu yaşam alanında benliğini oluşturur ve bunu koruyabileceği ölçüde özgün, özgün olabileceği ölçüde üretici ve üretebildiği ölçüde de mutludur. Ancak insan sosyal bir varlıktır. Benliği başka beliklerle iletişime girdiğinde yani ‘Ben ve Sen’ karşı karşıya geldiğinde, ikisinden bağımsız ama ikisinin de ortak ilişkisinden doğan yeni bir alan yaratır ki, buna ‘Biz’ adı verilir. Kısacası A kümesi ‘Ben’, B kümesi ‘Sen’ dışında bunların kesişim alanlarının oluşturduğu ortak kümeye de C kümesi ‘Biz’ adı verilir.
‘Ben’ ve ‘Sen’in varlığını ve öznel yaşam alanını korumak koşuluyla ‘Biz’in varlığı anlamlı ve geliştiricidir. Bu bir artış ve değer anlamına gelir. ‘Biz’ dediğimiz alanın sınırları ilişkinin niteliğine göre farklılaşsa da her koşulda sınırların doğru çizilmesi gerekir. ‘Biz’in yaşam alanı ‘Ben’in ve ‘Sen’in yaşam kaynaklarını zenginleştirir ve aynı zamanda da onlardan beslenir. Bu duruma ‘karşılıklı belirleyicilik’ diyelim. Bu yeni ortak alan ‘Ben’i ve ‘Sen’i güçlendirir ve yaratıcılığına katkıda bulunur.
Ancak bir tehlikeyi göz ardı ettiğimizde çarklar tersine dönmeye başlar, ilişkiler çatırdamaya başlar, çatışmaların yarattığı tedirginlik ve yıkım artmaya eğilim gösterir. Risk şu: ‘Gen bencildir’ ve ilişkide iki tarafta bir mıknatıs gibi ötekini kendine çekmeye benzetmeye, aslında ötekinin yaşam alanını istila etmeye, asimile etmeye girişir. Çoğunlukla bu tepki farkındalıkla yapılmaz. Böylece ‘Biz’in alanı öylece genişler ki, o genişledikçe yutan elemana dönüşür. Kesişim kümesi büyür ancak ‘ben’ ve ‘sen’deki büyüme daha az olduğunda öznel yaşam alanları daralır, bu süreç bir tümör gibi öznel yaşam alanlarına sıçrar ve böylelikle tam bir tutulma gerçekleşip ‘Ben’ ve ‘sen’ yok oluncaya kadar devam eder. Bu durum iki bireyin bir aradalığının yarattığı çoğalmayı değil yok olmayı simgeler. ‘Ben’ ve ‘Sen’i yutan ‘Biz’, besleneceği kaynakları da talan ettiğinde çürümeye ve yok olmaya yüz tutacaktır.
‘Ben’ ‘Sen’ yokken mutluydum, ‘Sen’ ‘Ben’ yokken mutluydun, ‘Ben’ ve ‘Sen’ varken ‘Biz’ mutluyduk. Ama bensiz ve sensiz kalan biz, varoluşsal bir bunalım yaşar, böylelikle yalnızlık ve özgürlük temel sorunlar olarak yaşamın merkezine yerleşir.
İnsan ilişkilerinde özellikle kadın-erkek ilişkilerinde temel sorun ‘Biz’i oluşturan ‘Altın Oran’ındaki kantarın topuzunu kaçırmaktır. Bir otoritenin kucağında doğan insanın seçme özgürlüğünü her gelişim döneminde bir başka otorite gasp eder ve duygusal ilişkilerde bu gasp tam bir tutulmaya bürünür ki, Fransız yazar ve düşünür J.P. Sartre’ın dediği gibi ‘başkaları cehennemdir’ demeye başlarız. Yaratıcılık, özgünlük, kendilik biter, çöküntü her yanımızı kaplar.
Bu girdaptan kurtulmanın tek yolu ‘Ben’ ve ‘Sen’i koruyacak ‘Biz’i var edebilmenin koşullarını oluşturmaktır. Yani biz tanışmadan önce iki farklı elmayken, birlikteliğimiz bir elmanın iki yarısına dönüşüp azalmamalı, bir sepette birlikte var olabilen iki elma olarak, yaşamı sürdürme erdemini göstermeliyiz. Kadın da erkek de ilişkilerinde kendi yaşam alanlarını korumalı, ‘Biz’ ortak yaşam alanı için gerekli oranda fedakarlık göstermeli, ötekinin öznel alanına saygı duyup ona katkıda bulunmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde davranıldığında ortak yaşam alanı olan ‘Biz’ çoğalmayı ve değeri ifade eder. Sartre’ın sözleriyle özetlersek: “Başkalarının özgürlüğünü amaç edinmediğim sürece kendi özgürlüğümü amaçlayamam”