Daha çocukluk hayallerimi süslememişti şehirler Elazığ’a ilk geldiğimizde. Gözlerimi her kapatışımda gürül gürül akan dereler, köyümüzün içinde akan arklar, yazsa tarlalarda elcekleriyle ekinleri biçmeye çalışan köy insanları… eğilip kalkan figürler ve gölgesine sığındığımız söğütler, kışsa odamızın orta yerinde kızararak pul pul yanan büyük Erzincan sobası vardı. Ve masallar masallar…
Ama gelmiştik işte!
Bir kamyon içinde eşyalarımızla şehrin içinden geçerken her bina, camları ve vitrinleri gözlerime değen her dükkân bana, bir rüyanın içinden gelmiş kadar güzel görünürlerdi. Kendimi kaptırır, o büyülü binalara bakar, gözlerimle bir oyuna girer, hayretler içinde kendimden geçercesine bakardım. Küçük ellerim ve küçük bakışlarım… Faytonlar gelir, faytonlar giderdi, şak şak eden hamutlarıyla. Elazığ’a gelmeden önce, birkaç köyünü dolaşmış, oralarda mutlu bir ortam bulamamış olmalıymışız ki sonuçta Kültür Mahallesine gelip yerleşmiştik. Arnavut kaldırımlı sokaklar ve daha ötesi toprak yollar. Evler kerpiçli evler, evler tek katlı ya da iki katlı cumbalı evlerdi.
Çocuktum, şekerli leblebilere bayılırdım; ağzımda bıraktığı o taze ve sıcak tadın bitmesini hiç istemezdim. Hele hele elmalı şekerleri gördüğüm zaman içim kayardı. Kırmızı şekerin içine batırılıp donan o hali, Şifa gazozunun ağızda bıraktığı o mayhoş tadı, gece uykularıma bile girerdi. Mahallenin her yeri bizim oyun bahçemizdi, özgürce bağırırdık sokak aralarında ve onca bağırmamıza karşın kimse sesini çıkarmazdı bize.
Okullu olmuştum, siyah önlüğüm ve kolalı yakalığımla Kültür Mahallesinden çıkar Atatürk ilkokuluna kadar yürürdüm. Bir tek desen homurtulu araba sesi duyulmazdı. Arada, bir bisiklet, hiç beklenmedik anda bir motosiklet iki güçlü atın çektiği lastik tekerli at arabaları, ellerinde kırbaçlarıyla at arabacıları… Sokakların bittiği, ana caddeye çıkıldığı yerde, trafik renklenir, at arabaları, faytonlar ve motorlu taşıtların kardeşliği başlardı. Mahalleden öğlen çıkar, yola düşer, akşam günbatımında dönerdim. Okula gidişler ne kadar heyecanlıydıysa, dönüşler de o kadar uçururdu beni. Eve dönüş zamanı oldukça acıkmış olurdum ve mahalleden sokağa taşan kokularla evdeki yemekleri hayal ederdim.
İki büyük arkadaşımız vardı sınıfımızda. Biri Kazım abi, diğeri Emine ablaydı. Öğretmenimiz onları bize abi ve abla olarak tanıtmıştı. Biz de abla ya da abi diyorduk. Kazım abi Palulu gariban bir insandı. Ders bitiminden sonra önlük ve yakalığını çıkarır, kendi mahallesine giden arkadaşlardan birine verir, o da eve ekmek götürme hesabıyla yeniden sepetçilik yapmak üzere Kasaplar çarşısının yolunu tutardı. Sınıftaki hemen herkes Kazım abinin sepetçilik yaptığını bilirdi. Sepetçiler, Kasaplar Çarşısından daha çok, sepete konulmuş koca gövde etleri taşırlardı oflayıp puflayarak. Kaç kez ben de görmüştüm Kazım abiyi sepetiyle. Bir iş çıktığında sepetçiler, yerlerinden ani bir hareketle kalkar, işi kapmak için birbirine girerlerdi. Kasaplar çarşısının yukarısında, postaneye, açılan kapısının karşısında Aile sineması vardı. Her matineyi sepetçiler doldurduğunda adı Aile Sineması olmasına karşın, halk arasında Sepetçiler Sineması olarak adlandırılırdı ya! Bu sinemanın önünde oynanan filmlere öykünüldüğünden mi, her neyse kavgalar eksik olmazdı.
Kasaplar çarşısına ilk girildiğinde et kokusu burnunuza gelirdi. Sıra sıra dizili kasaplarda et gövdeleri dolaplara dizilmiş alıcılarını beklerlerdi. Kış ayları yaklaşınca evlere buradan sepetlere konulmuş gövdeler taşınırdı. Birçok aile her an et alacak parası olmadığı için kavurma yapmak üzere bu hazır gövdelerden alırdı. İçim acımayla dolardı iki büklüm olmuş sepetçilerin yol alışlarındaki haline. Et kokusunun sindiği bu çarşıda kediler ve köpekler hiç eksik olmazdı. O günün çocukları öyle sanıyorum ki kedilere kötü davranıyorlardı. Ortalık sakat kedilerle doluydu. Kedilerden bazılarının yitik gözleri ya da üçayakları olurdu. Onlara bakan insan zaman zaman midesini zaman zaman da burnunu tutardı.
Kasaplar Çarşısının girişinde bir Tarzan Ramazan vardı. Yaz kış beyaz atletiyle dolaşırdı hep. Belki de o günün hafızamda kalan izlerinden biriydi bu. Onu yâd edercesine dükkânının olduğu yere baktım. Sepetçilerin oturdukları yerleri anımsamaya çalıştım. Sonra Kapalı çarşıdaki fırını düşündüm. Fırının çarşı içinde apayrı yeri vardı. Öyle sanıyorum ki sepetçiler boş zamanlarında bu fırına yakın yerlerde otururlardı. O anları düşündükçe sanki sıcak ekmek kokusu burnuma kadar geliyor gibi oldum. Herkesin kendi hikâyesi vardı ya ben size Metin’in hikâyesini anlatayım burayla ilgili.
“ Babam, bir gün beni çağırdı yanına. Oğlum evde artık bir şey de kalmadı, hani sen de büyüdün, millet Elazığ’a gidiyor sepetçilik yapıp para kazanıyor. Böyle birbirimize bakmakla olmuyor, para kazanıp evi geçindirmek gerekiyor. Al şu on lirayı, kendine bir küfe al, git sepetçilik yap dedi. Aldım parayı atladım un arabasına, doğru Elazığ’a. Duymuştum ki bizim köylüler Kasaplar Çarşısını mekân tutmuşlar. Köylülerimi aradım buldum, sonra dayımı sordum soruşturdum. Birkaç gün dayımda kaldım ama o da beni, bir köpeği iter gibi dışarıya attı. Kasaplar Çarşısında geceleri boş kasaları altıma dizip üstüne uzanıyorum. Bir köşede kediler köpekler, bir köşede ben. Çarşı evim olmuştu. Gidecek yerimde yoktu karanlık çökünce sığınıyor bir köşeye uyuyordum; bereket yazdı, soğuk değildi; ama sabaha doğru insan üşüyor ve titriyordu. İşte öylesi bir gece yine büzülmüş yatarken baktım apış aralarımda bir el dolanıyor. Elin hareketi gittikçe artıyor, gözlerimi açtığımda gece bekçisi karşımda duruyordu. Ben uyanınca bozuldu biraz. Gece gece buralarda ne arıyorsun, dedi kızgınlıkla. Nereye gideyim, dedim ben de sertçe. Yerim olsaydı çeker giderdim, dedim. Sabah olunca buralarda çalışıyorum, sepetçilik yapıyorum, dedim. Düdüğünü çaldı, bir başka bekçi geldi beni alıp karakola götürmek istedi. O arada fırıncılar ekmek yapmak üzere erkenden gelmiştiler, bana davranışlarını görünce bozuldular. Yahu garibana ne karışıyorsun, burada uzanıp durmuş, şimdi bu çocuğu niye karakola götüreceksin ki, dedi. Fırıncının sesini çıkarmasıyla birlikte beni götürmekten vazgeçti. O gece anladım ki artık çarşıda da yatamam. Sepetçi arkadaşlarıma durumu anlattım, yanlarında bana yer verdiler. Ben de kiraya ortak olmak koşuluyla onların yanına yerleştim.”
Tam fırının önünde durdum, uzunca bir zaman baktım. Hala eskisi kadar olmasa da kasaplar vardı. Eskiye göre çarşı biraz daha derlenip toparlanmış, kasaplar çarşısı olmaktan çıkmış Kapalı Çarşı olmuştu. Çarşıya doğu ve batı tarafından olmak üzere üçer, aşağıdan yukarıya birer giriş olmak üzere toplam sekiz giriş vardı. Çarşının üst tarafındaki sokak tablacılara bırakılmış ve oldukça hareketli bir alış verişi var sokağın. Daha çok sebze ve meyve satılır olmuş bu üst sokakta ama düşlerimdeki yeri şimdiki gibi değildi. Daha çok giysiler vardı bu tablaların üstünde. Tablacılar yürüyen manav ve sebzecilerdi bir vakitler ve daha çok mahalle aralarında gezer, akşamüstleri de insanların evlerine dönüşlerini hesap ederek sokak başlarını beklerlerdi. Zaman ilerleyip, trafik de yoğunlaşınca tablacılara ya duraklar ya da pazarlar kaldı ama onların “hanııım tablacı geldi” sesi hala kulaklarımda…
Ellerim montumun cebinde, sağa sola bakmaktan gözlerim yorulduğu için bakırcılar çarşısına doğru yürüdüm. Yürürken garip bir tebessüm koptu dudaklarımda. Tam çarşının bitişinde sırtıma yüklediğim kedi yavrularını anımsadım; onları burada bırakmıştım, dedim. Öylesine alışkındılar ki kediler bana. Ben, ete koşacaklarını düşünerek onları çarşıya bırakırken, onlar ardımdan bana koşuyorlardı. İçim acımayla dolmuştu ama bir parça et yerler, diye bırakıp ardıma bakmadan kaçıp gitmiştim. Kapalı Çarşı eskisine göre, daha alımlı olmuş, daha güzel olmuş. Bakırcılar Çarşısında hala bakır işiyle uğraşanlar var, var olmasına; ama o çocukluğumdaki nişadır kokusu, o çekiçlerin kazanlara inip kalkan sesleri eskisi gibi değildi. Canım sıkıldı, yeniden Kapalı Çarşıya doğru yürüdüm. Baharat kokuları arasında vitrinlere bakıp yürüyor hareketli olan bölümlerine doğru adımlarımı atarken keçiboynuzu etiketine bakınca hafif bir tebessüm dudaklarımda belirdi. Keçiboynuzu meğer bir ağacın meyvesiymiş, oysa ben çocukluk yıllarımda keçiboynuzunu satıp da ne yapıyorlar, diye düşünmüştüm. Zaman ne çok kaçıyor ellerimizden, dedim. Kasaplar Çarşısının Kapalı Çarşı olmasına, derlenip toparlanmasına, kapalı bölümünün bir estetiğe kavuşturulmasına sevindim doğrusu. Dün dünde kalmıştır, dedim. Şimdi insanlar gezerken baharat kokuları arasında, hatta bazı yerlerde burnunuza kadar gelen taze çökelek kokularını alırken ve dünle bugün arasındaki düşlemelerimle ben yürürken, arada bir elimde olmadan ceviz içlerine, orciklere, badem içlerine bakarken, bağ ve dut pestilini seyrederken ağzımın sulanmasını severken Kapalı Çarşı olmayı hak etmiş Kasaplar Çarşısı, diyorum.
Elazığ musikinin şehriydi. Bildim bileli bir musiki cemiyeti vardı Kasaplar Çarşısını bitirip İstasyon caddesine çıkıldığı yerde. Ne diyeyim Elazığ uzun çarşı/ dükkanlar karşı karşı…ya da başımı kaldırıp “Kar mı yağmış şu Harput’un başına, Aman Fide can cana/ Bade doldur fincana ya da aşık olduğum o gençlik yıllarımdaki türküyü mü salsam Harput’tan aldım bakır / Sevdiğim gözü çakır / O çakır gözlere/ Kurban olsun bu fakır…Sahi ya deli çağım, en çok her sabah bu türküyü söylerdim. Düşlerimiz bir yerlere gitse de arada bir onlara dönmek güzeldir, diyorum.
BEZUVAR DERGİSİ