KENDİNİ KALLAVİ ALİM SANAN YENİ YETME SİYASETÇİNİN SAHADAN GÖZLEMLERİ I

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Şimdi buradan gazetecilik ve siyaset üzerine ahkam kesmeye kalksam, “taşra” gazetesinde birkaç yazı yazmış acemi bir gazeteci – ve yeni yetme bir siyasetçi- olarak, örneğin Ahmet Hakan gibi duayen –ne demekse- bir gazetecinin gazabına uğrayabilirim. Bu zat-ı muhterem farkında mıdır bilmiyorum ama bir rivayete göre gazetecilik ve gazeteci, müzmin muhalif olmalıdır. Basın, başta kendi varoluşunun özgürlüğü için, sonrasında halkın özgürlüğü için iktidarlara mali ve siyasi olarak mesafeli ve eleştirel olmak zorunda. HDP Hatay milletvekili adayı Barış Atay tarafından façasının bozulmasının ardından, şirazeyi düzeltmek için olsa gerek sevgili Selahattin Demirtaş’a sallamaya girişerek şu manada bir söz sarf etmiş sayın ve saygıdeğer Ahmet Hakan: Anladık, çok nüktedansın Selahattin Demirtaş ama bu kadarı da abartı olmuyor mu? Demirtaş, sana ne oluyor kardeşim deyip geçiştirmek yerine, “Haklısın, hiç de komik değil. Bundan 200 gün önce evimden kaçırıldım ve hala rehin tutuluyorum. Ben de zaten bunları gülün diye değil, görün diye anlatıyorum” demiş. Gülmek ne kadar devrimci bir eylemse güldürmek de o kadar devrimcidir. Mizah bu nedenle, ister bir kişi tarafından, isterse basın yoluyla yapılsın, totaliter rejimlerin en korkulu rüyası olmuştur her daim.

Bu uzun ve kimilerine anlamsız gelecek girişin nedeni şu: Birkaç aydır sevgili gazetemde yayınlanan yazılarımı okuyanların bildiği üzere, toplumsal faşizmi takıntı haline getirerek, içinde yaşadığımız topluma dair son derece karamsar bir tablo çiziyordum. Açıkçası bu yazıları yazarken kimi zaman acaba bu kadarı fazla mı; bir toplum bu kadar bozulmuş/bozguna uğramış/uğratılmış olabilir mi; ben abartıyor olabilir miyim? diye kendimi sorgulamadan edemiyordum. Ve yine bu denli teori karşısında pratiğin yüceliğine inanmış bir mümin olarak, son birkaç gündür seçimler nedeniyle o sokak senin bu cadde benim yola rahvan olduğumdan bu yana – malumunuz Halkların Demokratik Partisi’nden Mersin milletvekili adayıyım- gerçekliğin daha ızdırap verici olduğunu gözlemledim. Ve Selahattin Demirtaş’ın nüktedanlığının, kalben ve ruhen ve “tamamen duygusal olarak” kendini muktedirler tarafında konumlandırmayı vazife bilmiş Ahmet Hakan gibileri neden bu denli rahatsız ettiğini anlar gibi oldum. Bir şeyin farkına vardım ki kimsecikler gülmüyor, yani devrimci eylem anlamında. Ve en kötüsü kimsenin bir başkasını güldürmek gibi bir derdi de yok. Daha da açığı bireyselden çok toplumsal bir edim olarak gülme yetimizi yitirmişiz meğer.

Sizler de farkında mısınız bilmiyorum ama bu seçimlerde, son bir kaç on yıldır gözlenen en sönük seçim kampanyaları yürütülüyor – BENİM VE PARTİMİNKİ HARİÇ tabii- . Kimileri bunun üzerinden acayip yaratıcı komplo teorileri üretiyor, iktidardakilerin ve muhalefetin akıl almaz taktiksel-stratejik hesaplamalar içerisinde olduğuna dair simulasyonlar kurguluyor. Örneğin en önemli komplo teorisi seçimlerin yapılmayacağına ilişkin olanı. Benim gibi yazı masasının başında ve kitapların arasından ahkâm kesip sokaklardaki durumun daha da vahim olduğunu gören biri için ne tür bir bilinç yarılması olduğunu varın siz tasavvur edin. Mesele, seçim piyasasında tedavülde olan bu komplo teorilerinin hangisinin gerçekçi ve gerçekleşmeye yakın olduğundan öte, bu her şeyin altında bir çapanoğlu arayan zihin dünyasını yaratan umutsuzluk ve korku iklimi aslında. Şimdi size, sahadaki gözlem ve deneyimlerimden yola çıkarak bu acayip alengirli tespitin altını dolduracak onlarca örnek verebilirim ama “siyasi rakiplerimin” eline koz vermemek adına bunları seçim sonrasına saklıyorum. Neredeyse yirmi yıl sonra bir kez daha ve bu kez şartlar beni Makyavelist olamaya değil ama Machiavelli’yi okumaya zorladı…

Ancak şu kadarını söyleyebilirim: akıl almaz bir korku, gam kasavet sarmış insanları. Ve korkunun kaynağı ki bu bir doğal kaidedir, korkakların kendisidir. Zira başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha çok korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışıyorlar ve bu korku kısır döngüsü böylece sürüyor. Ve gerçekte yürekli olanlar, korkutanlara kaşı direnenler değil, başkalarını korkutmaya çalışmayanlar. Şu birkaç günde anladım ki cesaret korku salıcılara direnmek değil, ötekileri korkutmaya yeltenmemekmiş. Halkların Demokratik Partisi’ni var eden kitle-seçmen-halk-güruh ne derseniz deyin, bu korku iklimini “önce korkutmayacaksın” düsturuyla eyliyor ve bunu bir kitaptan, ulu bir filozoftan falan öğrenmiş değiller, yaşam içinde tecrübe ediyorlar.

Uzun ve yorucu bir mahalle toplantısının ardından, adet olduğu üzere halaya durduk. Kolunu omzuma atan bir amca, “Mamosta, halay bizim için bir eğlence değildir. Şehirlerimizin üzerine bomba yağdırırlar, dilimizi keserler Kürtçe konuşmayalım diye, hapislerde çürütürler binlerce gencimizi, biz yine de halay çekeriz. Halay inadımızın, umudumuzun dile gelişidir”

Ve utançtan yerin dibine girdim vakti zamanında müzik sosyologluğuna soyunup halaylar üzerine küçümseyici, ukalaca laf ebeliği yapmış olmaktan. Ve “İNADINA YAŞAM İNADINA, İNADINA UMUT İNADINA” haykırışının öyle masa başında tasarlanıp tedavüle sokulmuş bir slogan olmadığını öğrendim.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir