Kış aylarına geçiş yaptığımız şu mevsimde, Pazar günlerinin tatil olması; kimileri için iyi bir dinlence, kimileri için eş dost akraba buluşması, kimileri için güneşli mis gibi havada gezi, kimileri için spor, kimileri için de klasik müzik eşliğinde sessiz bir ortamda kitap okuması için iyi bir fırsattır.
Yaşım gereği artık evde klasik müzik eşliğinde kitap okuyarak dinlenmeyi seçiyorum; eğer o gün önemli bir etkinlik yok ise…
Eğer yürüyüş ve egzersiz yapmama sağlık açısından bir engel yoksa fırsat buldukça spor yapmaktan zevk alıyorum.
Kitap derken, mutlaka büyük bir çoğunluğumuz okuyoruzdur ve ‘kitap’ kuşkusuz hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir.
Amerikalı yazar- filozof Elbet Hubbard: “Bir zevk için harcadığımız paradan fazla, kitap için sarfetmediğimiz müddetçe, bir ülke hiçbir zaman medeni bir ülke olamayacaktır” diyerek, kitap ve kitap okumanın önemine vurgu yapmıştır.
İngiliz Sosyolog Herbet Spencer da kitap seçme ve okumayla ilgili şunları söylemiştir: “Bir insanın değeri okuduğu kitaplarla ölçülür.”
Amerikalı Yazar Mark Twain ise olayı şöyle somutlaştırmıştır: ”İyi kitaplar okumayan adamın okumuş olmasıyla cahil kalması arasında hiçbir fark yoktur.”
Bu yüzden, çocukluk dönemlerinden başlayarak resmi ideolojiye ve resmi tarihe çok fazla takılmadan okuduğum tüm eserler konusunda seçici olmuşumdur.
1968 kuşağı gibi, biz 1978’ler de, şanslı bir kuşak sayarız kendimizi.
Okuma alışkanlığı en büyük devrimci mirastır; o günlerden, bu günlere bize kalan.
Bu yüzden bol bol okuyun; ama sizi bilimle, sanatla, edebiyatla, şiirle, şarkıyla doğru noktada buluşturan, ufkunuzu açan, sizi geliştiren, ruhunuzu okşayıp olumlu etki yapan, üretken hale getiren kitaplar, dergiler, gazeteler okuyun…
Müzik dinleyin, spor yapmayı da ihmal etmeyin.
Spor demişken Pazar gününe dair bugünkü yazımı yine başımdan geçen bir anekdotla sonlandırayım…
Olay şöyle: Askerden geldikten sonra 12 Eylül faşist darbesinin, etkisini iyiden iyiye üzerimizde his ettiğimiz ilk yıllarda, biz dışarıda kalanlar nereye kanat çırpacağını bilmeyen şaşkın ördekler gibiydik.
Yarattığı korku ve endişe nedeniyle, bir güvercin gibi ürkek ve tedirgindik…
Bu yüzden siyaset dışında başka alanlara kanalize olduk; futbol, koşu, kıraathane, geyik muhabbeti…
Memleketim Viranşehir’de, büyüdüğüm evin 15 metresinden sonra uçsuz bucaksız yemyeşil şehri ‘S’ harfiyle yarıp geçen, iki futbol sahası büyüklüğünde bir çayır vardı; tıpkı Afrika’ da ki savananlar gibi…
Ben de her sabah güneş doğar doğmaz, eşofmanları üzerime çekip yeşil alanda 20-30 tür atar, sonra yerde jimnastik hareketleri yapıyordum.
Aradan 10-15 gün geçtikten sonra, yine spor için hazırlık yaparken, rahmetli anam yanıma geldi ve hiddetlenerek bana: “Oğlum sen sabahları nereye gidiyorsun?” şak diye sordu.
Bende: Hayırdır ana ne oldu ki? Abra’ ya spor yapmaya gidiyorum. (Abra dediğim yer: yeşil çayır bahsettiğim alan)
Annem: Bir daha gitme oğlum, dedi.
Ne oldu ki ana, dedim.
Anam: oğlum elalem dedikodunu yapıyor, dedi.
Bende, biraz sinirlenerek: Ne dedikodusu, neyin dedikodusu, ne diyorlar ana?, diye sorunca…
Anam: civardaki komşu kadınlar senin için “ Neşet’ in oğlu İsmail kafayı yemiş, delirmiş! Her sabah geliyor, kendi kendine yerlerde acayip acayip hareketler yapıp, kendi kendine taklalar atıyor!”
İyi Pazarlar…