Kuşatma

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Uzun bir zaman oldu, içimde bir uğultu boyvermişti. Dağınık bir pazar sabahında bu uğultuyla uyanmak beni zorluyordu. Ben dingin sabahların insanıydım oysa. Güneş hüzmelerinin bahçedeki ağaçların arasında süzülüşünü nasıl da severdim, bana her sabah günaydın, deyip rüzgâr gibi esip giden komşumun sesini özlerdim. Rüzgâr adam, derdim ona. Gelişi ile gidişi bir olurdu.

Oradan taşınıp karşı eve gelince pek içime sinmemişti yeni mahalle. Hayır ev güzeldi, her sabah balkonundan Kırklar dağına bakardık; buna karşın hoşuma gitmeyen bir şeyler vardı. Selam alıp vermek, hatta selam vermemek için kendince bahaneler bulan bir yere gelmiştim.

Bu bana mı öyle geliyordu, yoksa sıkışık zamanların insan ilişkileri miydi bilemiyordum. İşte böylesi ortamda ilk hoş geldine gelmişti Òzgür.

Rüzgar adamdan uzaklaşmış, yeni taşındığımız evi dayayıp döşemiştik. Kanepeye uzanmış, biraz kurmalacarıma dönmüştüm ki ansızın telefonum çaldı. “Seni çiçeklerin ülkesine götürmemi ister misin, ya da gelir misin?”
Kurak günlerime yağmur düşüyor sandım. Önce bir duraksadım, sonra tamam, bekle öyleyse geleyim, dedim.

Gitmek iyi de bir haber vermeli eve. Yine içimde kem kümlerim başladı. Nasıl demeli, nereden başlamalı? Salona girdim. Güldane’m sigarasını tellendirmiş Kırklar dağına bakıyordu. Bu iyi, dedim. Fırsat bu fırsat.

– Özgür aradı, köye gidecekmiş, benim de gelmemi istiyor.
“Onun için mi bu gözlerin parıldıyor. Git git, Özgür Hoca varsa sorun değil.”

Nasıl yürüyüş ayakkabılarını giyindim, nasıl aşağı indim, sırt çantamı nasıl omuzladım, ben de kendime bir anlam veremedim.

Nisanın ortalarıydı. Meşeler kimi yerlerde yeni yeni uç vermiş, kimi yerlerde daha çıplaktı Munzur vadisi boyunca, gözlerimi suyun yatağından ayıramıyorum. Tam İksor vadisinden gelen su gözlerime değince biraz daha sokuldum pencerenin camına. Delice bir akışı vardı suyun, Aksu ve Mercan suyundan sonra üçüncü çoşkun akan bir su sokuluyor kanına Munzur’un. Biraz güldüm, biraz daldım.

Tornova’ya girmeden eskilikten canı çıkmış ilk evlerin oradan stabilizesi yeni dökülen yoldan yukarı kıvrıldık. Hep yukarıya doğru gittik eğri büğrü yollardan.

Bu yola gelişimin üçüncüsüydü. Artık bu yol bana aşinaydı. Tam Kırmer’e gelince tepede arabayı durdurduk. Birkaç fotoğrafını alayım Kırmer’ in, dedim. Sen bu köyü neden bu kadar sevdin, dedi Özgür. Bir an daldım. Sahi burayı neden seviyorum? Yıkık kâgir evler, taşlarla belirlenen tarlaların sınırları… Daha çok taraçalanmış tarlalar ve arada çıkan yeşil otlar… Doğrusu köyün o yıkık hali bile bir tabloydu. Uzun uzun baktım.

Bir vakitler, baharları burada yaşayan yaşlıları, kadınları ve en çok çocukları düşündüm. Zaten gençler, hep heybesi omuzlarında gurbet kuşlarıydılar. Neden hayat bize kalmak için fırsat vermiyor, neden her başımızı doğrulttuğumuzda yeni oyunlar sahneleniyor? İçimin karmaşasında epeyce gelip gittim.

Biliyor musun, Elazığ’da Keykân, diye bir köy var. Orası Dersim’ den sonra ilk yerleştiğimiz köydü. Ben küçüklüğümden beri dağları, dağlar arasındaki küçük düzlükleri çok severdim. Galiba abimin ardına takılmıştım, o hayvanları otlatıyor, ben de onu izliyordum. Birden kırlara sereserpe uzanmış, gövdesine kartallar inip kalkan bir yılkı atına değdi gözlerim. Kır bir attı, o kışı bahara çıkarmayan atın, yeşil otlar arasındaki hali beni çok üzmüştü. Bu köy bana o yılkı atını hatırlattı. Sonra durup;
– Bak Özgür Hocam, şimdi bu köy böyle sahipsiz ya. Bu köy benim tutu ki o ikinci köyüm. Belleğime öyle girsin, dedim.

Biraz keder yükledim gözlerime, her şeye rağmen bir umut gönendirdim içimde. Ve dağların daha yüksek yerlerine doğru yol aldık. Tam Tujik dağını gören bir yerde asırlık bir ardıç ağacı gòrdüm. Tepedeki çıplaklığa başkaldıran tek yeşillikti. Etrafında hâlâ karlar vardı. Yine arabayı durdurdum. Özgür o vakit güldü, hikâyesi olan yerleri nasıl da biliyorsun, dedi. Ne hikayesi, dedim.

Ağacın dibinde çiğdemler boyvermişti karlar arasında, kimi yerlerinde nergisler gövermişti. Ben durmadan fotoğraflar alıyorum. Biliyor musun, dedi Özgür. Evladının acısına dayanamayan bir köylü bu ağaca kendini astı.

Sustum bir yüzyıl suskunluğuna gömüldü içim.

 

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir