LOT“US”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Aynı düzlemde buluşmaya ant içenler vardı,
Bir de uzağa, çok uzağa uzatılan işaret parmakları…

Farklılıklarımız mı, yoksa benzerliklerimiz mi çarpışır? Duygular da insanlar gibi sınıflara bölünüp, adalet peşinde koşar mı?

Birbirimizden çok farklı olsaydık, onca şarkı, onca türkü bizi biz eden aynı duygulardan bahseder miydi? Aynı anda teknolojiye gömülmemizin nedenleri birbirinden çok mu farklı? Farklıysa göz ucuyla baktığımız mesafeyi ölçerken hangi ölçü birimini kullanabiliriz… Bilen var mı? Acıyı bölüşecek nicelikte insanı, neşeyi bölüşmede bulabilir misiniz? Öyle kötü günde, hastalıkta, yasta, başarısızlıkta omzunuza şefkatle dokunan kaç insanı, iyi günde, sevinçte, başarı ve zaferde bulabilirsiniz? Ya da hangisi makbuldür? Gerçekten kötü günde belli olan dostlar mı? Son dönemlerde gittikçe artan güvensizliği bize öğreten en yakın dostlarımızsa ilişkilerin gerçekliği hususunu yeniden gözden geçirmekte fayda var.

Lüzumundan fazla girdiğiniz hangi eylemden istediğiniz sonucu alabilirsiniz? Elbette başarı sağlayamayacağınız hem boyundan hem huyundan büyük bu işlerin sonundaki sızı sizi kaç zaman yorar? Hesap etmenizin mümkünü var mıdır ya da zeigarnik etkisinden kurtulabilmiş tek bir insan evladı! Bilinçaltımızın zihnimize muazzam hâkimiyeti yadsınamazken, olur olmaz zamanlarda aklımıza düşen tamamlanmamış hikâyelere kendimizce yazdığımız sonlar mutlu da bitse, bilincimizin kötü bir melek gibi omzumuza konup, bizi gerçeklerle yüzleştirmesi, hayatın bizi bir cambaz gibi incecik bir halat üzerinde yürütmesinden daha zorlu değil midir? Ve unutmak diye bir şeyin aslında gerçekleşemeyeceğinin de bir başka kanıtı…

“Sadelik” kavramını her daim muazzam bulmuşumdur. Karmaşaya, bulanıklığa bu kadar meyilli bir toplulukta, ulaşılabilirliği o kadar kolayken, bir o kadar zorlaştırma çabasını düşününce aynı zamanda çılgınca bulduğum da doğrudur. Ve bu kadar çılgınlığın idame ettirilebildiği bu zamanda sadeliğe ulaşabilmiş, özünü koruyabilmiş, kendini sunma gereği duymayıp, gösteriden uzak kalabilmiş naif insanlar… Oysa bu insanlar zamanın gerisinde kalmayı başarabilmiş ki bu gerilikten kastım, modernitenin zihnimize, davranışlarımıza, duyu ve duygularımıza görünür bir otoriteden ziyade yavaş yavaş, içten içe, hissettirmeden sirayet ettiği ve bizi alabildiğine edilgen kıldığı, özümüzün şah damarına derin bir kesik atıp, her birimizi ayrı ayrı değil toptan savurup, dağıttığı, hâlihazırda birey olmayı başaramadığımız günümüzü büyük bir ciddiyetle reddetmiş, etrafta özgür birey naraları atan mahcup kölelerin arasından sıyrıla sıyrıla yol alabilmiş, bencillikten ziyade özündeki ‘ben’i sürekli korumuş, kollamış gerilikten söz ediyorum. İnsan, her şeye hayır diyebilir. Hayır demek aynı zamanda insanı ölçen bir davranıştır. Kimi zaman güveni kimi zaman özgüveni, kimi zaman cesareti kimi zaman da bencilliği… Neyi ölçerse seni orada var eder. Çünkü “hayır”, “evet” kadar kocaman değildir. Ve “evet” kadar aynılaştırmayı sevmez. “Evet” gibi okşamaz saçını. “Hayır” her daim tokat olmaktan yanadır ve bir tufanın yok ediciliğiyle seslenir insana…
Bana sorarsanız en büyük “hayır” az önce bahsettiğim, zamanın gerisinde kalmış insan kafasının ta içindedir ki bu aynı zamanda büyük bir devrimdir.

Durmaksızın yağan yağmurdan hiç şikâyetçi değilim. Ama çoğunluk muyum? “Hayır…”
Çünkü yağmur herkese aynı yağmaz! Kimine romantizm, çoğuna yoksulluk, yoksunluk…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir