Koé Sıpi, Türkçe adıyla Beyaz dağ gözüme göründüğü zaman içimi bir heyecan sarardı hep. Önce uzaklardan bakardım buraya daha çok; baktığım o uzaklıkta ya karlıydı ya dumanlı ya hüzünlüydü ya da asi bir delikanlı gibi ne yapacağı pek de belli olmazdı. O yola bakan taraflarda daha çok paletli ya da çok tekerli askeri araçlar olurdu. Her bakışımda içim sancır, içimin derinliklerine derin bir acı yerleşirdi. Buranın hikayeleri çoktu bende, buranın hikayeleri hep diri dururdu karşımda ve insanın içini acıtırdı. Yol kenarında düşenler, yol kenarına gömülenler, vuranlar, vurulanlar, dağdakiler ve ardındakiler… Kısacası çatışmalı zamanlar…
Sonra bir gün yolum düştü Çığla ( Sırç ) köyüne Şıxhesenlileri tanıdım, Şıxhesenlilerin sakız gibi temiz giyinen insanlarını… Koésıpi eteklerindeki Mezra Koésipi’de bir düğüne… Uzaktan gözlere mutluluk veren Dersim şehrinin ışıklarına baktım oradan. Ne güzeldi dört dağ içindeki şehir. Dağın doruğuna değiyordu davul sesi. Anlıyordum ki acı ve sevinç kardeştir bu topraklarda, anlıyordum ki Hozat yolunda Koésıpi’nin eteklerinden doğan Heniyo Pil’in suyu, gecelerin ürkütücülüğüne yakarır ve zamanlar ötesinden bir sevda türküsü olurdu akışıyla. Issızlığın içine düşerdim, ellerim göğsümde cem divanına durur kıle alırdım dostun omzundan ve çok yakın olan yere, sanki çok uzaklardan geliyormuş hissine kapılırdım.
Su hışıltıyla gecenin içinden akarken, tut ki ben dara durandım pirin huzurunda yıllar öncesindeki gibi. Koésıpinin dört bir yanından acılar seslenir. Makineli tüfekler kurulmuş düzlüklerde ve zaman ölüm kusardı. Dil bilmez çocuklar düşerdi annelerin omuzlarından. Zamanlar dünle bugün arasında kayar giderdi öylece.
Heniyopil’in önündeki yoldan aşağılara, yeni baraj yapılan alana bakıp, sabah güneşiyle menevişlenen maviye daldı gözlerim.” Sabah serindi, sabah umuttu, sabah dinçti” omuzlarıma dökülürken güneş ışıkları. Sonra hazırda çay olmayınca alıngan bir yüzle düştük minibüslerle Hozat yoluna. Zımeq’in üstündeki sarp Zımeq dağı göründü gözlere. İnsan uçurumları en çok burada tanıyor, insan zorluklara, zor yaşamlara en çok burada tanık oluyor. O ” Tertele” nin acı hikayelerini unutmak ne mümkün, her şey canlanır bir kez daha göz buraya değince. İşte o düzlükten geçiyor arabamız. Sonra unutturuyor yolda dönen tekerler her şeyi. Kıvrılarak giden yoldan ve minibüsteki gülen yüzlerle ardımızda bir bir bıraktık anıları. Derviş Cemal göze görününce, Alevi inancının Pirleri düşüyor gönüllere. Derviş Cemal’in içinde kesme taşlı evleri görürsünüz, ardındaki çıplak tepeleri… Bakın, diyor Emir. “O köy boşaltmalarından sonra şurada tek başına ev yapan adam, köyüne dönüyor, köylü zorluk çıkarıyor; ama o da onlara kızıp şurada ev yapıyor. Bir zamanlar yalnızlığıyla kalacak; ama göreceksiniz, o adam buraları yeşertecek, yeşil canlanacak gözlerde.” Kim bilir daha neler yoklayacak içimizi. Derviş Cemal’in önemli bir özelliği kutsallığına inanılan bir ocağın bulunması. Ocak olan yere giderseniz, görebileceğiniz bir yatır da yoktur; ama orası bir zamanlar evdi ve oraya gelenler pirin nefesinden geçerlerdi. Sonraları bu evler yılıp giderken yerleri hafızada kalmış ve halk nezdinde oraları kutsanmıştır ve inanç gereği önemli olmuşlardır. Önemli olan mekandır. Dersim’in birçok yerinde bu anlamda ocaklara rastlanır. O ocakların çevresi temiz tutulur, bir dal ağacı kesilmez, melekleri hazır ve nazır bilinir, itinayla etrafı süzülür, itinayla dokunulur her bir taşına.
Şimdi daha iyiyim yol aldıkça arabamız. Kafilelerle yolculukların ayrı tadı, apayrı bir heyecanı var. Dün de kardeşler birbirlerine en olmaz cezaları düşündüler, en olmaz acılar yaşattılar. Bu gün de öyle, gidene niçin gittin denilecek, kalana sen benden çok çekmiş sanıyorsun kendini, oysa gurbet yeni değil daha, denilecek.
Karaoğlan yoluna düşünce, bu yolun Ovacık’a giden ikinci bir yol olduğunu anlıyorum. Zaten alternatif bir yol olarak düşünülmüş. Şimdilerde asfaltlanıyor. Harıl harıl asfalt makineleri çalışıyor. İyi mi olacak, diyorum kendime. Galiba Dersim merkez’e gelen bir ilçenin daha yolu giderek Elazığ’a dönecek, ticaret de oraya akacak. Mameki yalnız başına ben daha buradayım, diyecek yüzyıllar içindeki yazgısına direnerek.
Bir tali yola giriyoruz, Sarısaltık yazılan tabeladan, Mürşitler ve Pirler yurdu Sarısaltık’a… Nasıl da görmek istiyorum, nasıl da oranın havasını ciğerlerime almak istiyorum. Öyle sanıyorum ki, çocukluğumda anlatılar daha çok ben de iz bırakmış ve ben de o anılarla yoldayım. Minibüs nihayet yaylada kurulan haymaların önünde duruyor. Yol boyunca oturmaktan yorulmuştuk ve hemen yürüyerek kendimizi Masum-u Pak Kalesine gitmeye hazırlamak istiyorduk. Yayla kadınları sabah yayıklarını yayıyorlardı.
Zamanlar kayıp giderken ömrümüzden o çocukluğumuzdaki tulukları aramanın yeri yoktu artık. O sabah serinliklerini bilirdim, evlerimizin önünde dolu dolu akan arkların içindeki yoğurt bakraçlarını bilirdim. Şimdi işler daha değişmiş, tulukların yerini, sacdan yapılan yayıklar almıştı. Henüz bizim için bilinmeyen bir yoldur Masum-u Pak Kalesi. Yol var; ancak uzun yıllar kullanılmamış, arabanın gidişine uygun değil ve biz mecburen yürüyerek gideceğiz. Zaten yürümek için yollara düşmemiş miydik? Her tarafta meşeler… giderek sararan otlar… meşelerin içinde gözlere değen çiçekler çiçekler… Daha çok çiçeklere bakmak istiyorum. İlk gözüme çarpan bir şilan ( kuşburnu ) oluyor. Beyaz çiçekleriyle gönlümü okşuyor. Şilan çocukluğumun çiçeğiydi. Gülgiller familyasındandı. Kendine özgü çok güzel bir kokusu vardır onun. Hele hafif bir güneş de değiyorsa tenine, o aroma kokusuna doyamazsınız. Ben de bunu bildiğim için daha yakınına gidiyor, o kokuya kendimi bırakıyorum uzun süre. Ardımızda onlarca yürüyüşçü var ve hepsi de bir an önce yola çıkma heyecanı içindeler. Nihayet yola düşüyoruz. Ayaklar yürümekten mutlu, ilkin bir tepeye çıkıyoruz, yol kıyılarına yeni dikildiği belli ceviz ağaçlarına bakarak… Emir, yukarıdan bana sesleniyor. ” Hocam Yılan dağını hiç bu kadar yakından gördün mü sen, diyor. Doğrusu Hozat’a defalarca yolum düşmüş, Hozat’a girerken o şehrin dokusuna aykırı düşen tel örgüleri, teneke korunakları görmüş, o kasveti yaşamış, Ergen kilisesine giderken İn’i, İnderesini, onların karşı tarafına düşen İnciğan’ı görmüş; ama içe doğru bu kadar yaklaşmamıştım. Şimdi bir yanımda Hozat köyleri, taa karşıda Yılan dağı ve kuzeye doğru Munzur dağları… Üç ilçenin sınırları buradan birbirini buluyor. Hozat, Ovacık ve Çemişgezek… Dağlar acılar ve başkaldırıların yurdudur, dağlar sığınmacıların evidir, dağlar ” bir gece ansızın gidişlerin” yeridir ve her daim bir gelişi bekler elleri koynunda anneler. Ağıtlar bir silsile gibi dünü bugünle buluşturur. Ve ne hüzündür ki kan kanla yıkanıyor hala.
Bir küçük derecikten atlayıp düzlük içinde yol alıyoruz. Bele kadar gelen otlarla çevrili bir çeşmenin dolu dolu akan lülesinden su alıyoruz çantalarımızdaki petlere. Sonra bir uzun dinlenme zamanı. Yorgun zamanlarda gözler hep uzaklara bakar, uzaklar evleridir gözlerin. Uzaklar, gözlerin seyir defteridir. Benim içinde öyle. Bu çeşme şimdi yalnızca yıkık duvarları, daha çok temelleri kalan köye aittir. Hozat’ın önünde vurulsun mu hüzün? Haydi öyle olsun.
Bizimle beraber gelen bir yaylacı atını kavak ağacına bağlıyor, at burada otlayacak dönüşe kadar bağlı olarak. Ya bir kurt gelirse? Hem at da bağlı, direnmeye ip de ayrı bir engel, diyor İsviçre’den gelen bir gurbetçi. Öyle ya diyorum içimden. Sonra bu iç çelişkilerimize yaylacının sesi yetişiyor. Birr şeyy olmazz, diyor.
Bele kadar gelen otlar arasından dağa doğru bir tırmanış başlıyor. Üstümüzdeki kayaların şekilleri dikkatimi çekiyor. Bir güzellikler yurdudur, acılar yurdu olduğu kadar Dersim. Her baş, kayalıklarla uzun süre oyalanıyor ve yürüyüş de giderek zorlaşıyor. Bu yürüyüş boyunca yaşadığımız ilk sıkıntılı geçiş. Toprak kumlu, ayaklar her an kayabilir kaygısıyla adımlarımı atıyorum. Arada bir kayınca yürüyüş sopamı dayanak yapıyorum kendime. Önümüz sıra öbek öbek çiçekler… Çiçekler bazen bir geven çiçeği, bazen kekik, bazen kantoran çayı ya da melisa otu… Tepenin en üstüne varmışız. Muhteşem bir manzara. Yılandağı daha net, Munzurlar daha net görünüyor. Yılandağının üstünde top top bulutlar göze değiyor. Sanki Emir’in sesi kulağıma değiyor yeniden “ Hocam Yılandağını hiç bu kadar yakından gördün mü?” Bakışlarımı tümüyle dağların görünüşüne vermişim, bakışlarım derin vadilerden uzaktaki dağlara gidip dönüyor. Kafamda “masum” sözcüğü hep soru olarak duruyor. Neydi Kızılbaş Alevi inancındaki “masum”? Henüz kirlenmemiş, dünyanın bin bir dalaveresine bulaşmamış, arı ve duru olan değil miydi? On dört masumu pak denilmiyor muydu cemlerde? Onların yüzü hürmetine günahların bağışlanması istenmiyor muydu ya da onların yüzü hürmetine kötülüklerden uzak durmak, haksızlıktan dönmek, haksızlık yapmamak istenmiyor muydu? Peki, Masumu Pak Kalesi’nde hangi masumlar vurulmuştu? Başka bir şekilde hangi masumu pak için bu kaleye o ad verilmiş olabilirdi? Sorular sorular… Durmadan kendime dönüyorum, kendi içimi sorularımla yoruyorum.
Masumu Paklar Dersim’in içlerinde biri önceleri Mazgirt, sonraları Dersim merkeze bağlı olan Tırkel köyünde mezarı olduğuna inanılan Hz. İbrahim’in oğlu olduğu bilinen ve biri de Bava Duzgı’na giderken iki yol ağzında bulunan kişiler olduğuna inanılan masumlardır.
Bir de On dört masumu paklar vardır.
“ 14 Masumu Paklar, Ehli beyt mensubu olup küçük yaşlarda şehit edilen çocuklara verilen isimdir. Bunlar Alevi deyiş ve Gulbanglarında anılan on iki imamların çocuklarıdırlar. İnsan bunları düşünürken yaşamımızdaki masum yüzleri düşünmeden edemiyor. Durduk yerde haksızlığa uğrayan, oturduğu yerde saldırıya uğrayan, bulunduğu mekânda suçsuz sebepsiz vurulan insanları düşünemeden edemiyor. Ya o malum “ Tertele”? Kim yanıtlayabilir ki bunları. On dört masumu pak mı, on dört bin masumu pak mı? Bu soruların yanıtları nasıl olacak, diye düşünüyorum. Tepelerden giderek kayalara doğru yürüyoruz, kısa bir dinlenmenin ardından.
Giderek sabah güneşi yükseliyor, giderek gölgeler kısalıyor. Havanın sıcaklığı, yokuşları tırmandıkça dizleri de yoruyor. Kısa kısa dinlenmelerle yol alıyor, içimizin serüvenine ulaşmaya çalışıyoruz. Yanımda İsviçre’den gelen bir gurbetçi kadın var. Çıktığımız tepenin doruğunda yürümenin etkisiyle midesinin bulandığını söylüyor. Yine bir kadın onun sıkıntısına yetişiyor Nurcan Hemşire. Onlar beklerken Avukat Kemal’le yola devam ediyor ilerideki bir kayalığın üstünde oturup gizemli topraklara bakıyoruz. Bir saklı kenttir Dersim ve o saklı kentin içinde saklı bahçeler var. Her dağ yürüyüşünde bu saklı bahçelerin bir bölümünü geziyor, oralarla umutlanmaya çalışıyoruz. Etrafımızdaki sarı dağ çiçeklerinin kokusu daha yakından geliyor şimdi. Elimi kekiklere değdirip geri çekiyorum. Geri çektiğim elimi burnuma yaklaştırıp o keskin kokuyu içime çekiyorum. Son tepeye tırmandığımızda görkemli Masumu Pak Kalesi gözlerimize ilişiyor.
Bir tepeden buralara bakmak… bana tepe olan, aşağıdaki bakışlara elbette dağların doruğudur; çünkü hep yukarılara tırmandık. Öylece doruktan kaleye bakıyorum. Bu şimdiye kadar gördüklerimin içinde hayretlere düştüğüm görüntüler… Duruyor ve yanımda bulunan Avukat Kemal’e: Böylesi yerler de varmış bizim topraklarımızda, diyorum. O da gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyor. Elim fotoğraf makineme gidiyor ve ben yetersiz kalıyorum hangi kareyi çeksem.
Yayla evlerinden beri bizimle beraber yürüyen bir abla, onca zahmetlerle buraya kadar getirdiği niyazını dağıtıyor. Biz, hem yorulmuş hem de acıkmıştık. Doğrusu inanç ne kadar değerliymiş, diyorum içimden. İnsanlar inançları için ne sıkıntılara katlanıyorlar, ne cendereler içine düşüyorlardı. Ben niyazı dağıtan kadının elinden niyazımı alıp ağzıma götürdüğümde hep onun inancını da düşünüyorum.
Yine öyle inanıyorum ki bu kadınlar Masumu Pak Kalesinde bir inanç yerinin olduğunu biliyorlar. Elbette ki Kızılbaş Aleviliğinin şifrelerinden biridir niyaz. Onca katlanılan sıkıntıdan sonra bir paylaşmanın adıdır da. Bunu yıllar önce bana dönüp “ Biz bir ağacın dallarıyız.” diyen yaşlı teyzelerin ellerinden aldığım niyazı yerken de yaşamıştım. Biraz da masumluk yollar aşıp buraya kadar gelen; ama bir an olsun “off” ya da “öff” bile demeyen bu kadının yol yorgunluğu değil mi? Ardımız sıra gelenleri bekliyoruz uzun zaman, sonra gelenlerle birlikte merdivenleri tırmanıp Masumu Pak Kalesinin üstüne çıkıyoruz. ( Arkeolaoğ Serkan Erdoğan’a da teyit ettireceğim fotoğraflardan bu kalenin Urartu uygarlığından kaldığını anlıyoruz.) Kalenin üstünde farklı irilikte kayalıklar var. Biri kare şeklinde, diğer ikisi yuvarlak şekilde bulunan küçük gölcüklere rastlıyoruz. Kare şeklide olan gölcüğün içinde sonraları definecilerce kazıldığı belli olan taş parçalarına rastlıyorum. Yine bir kayanın içinde yuvarlakça bulunan bir mum yakma yeri var. Muhtemelen burada da bir vakitler inanç yerleri vardı. Biz de orada mumlar yakıyoruz. Genç arkadaşlardan birini bu mum yakma yerinin önünde yakalayıp onunla söyleşiyoruz ayaküstü. Sonra kalenin kalıntılarının peşine düşüyorum: Öyle görülüyor ki aşağılardaki taşların çoğu bu kalenin bedeninden düşmüşler. Yol boyunca çok değişik kayalara rastladım. Bu rastladığım kayaların bazıları doğal oluşumlar sonunca peribacalarını andıran kayalardı. İnsan bu kayaların güzelliğine de dalıyor, zevk ve heyecan duyuyor. Gözler bir yerde durmuyor, durmadan bir yerden bir yere kayıyor hep. Hangi karesine baksam gördüklerim karşısında büyülenmiş görüyorum kendimi. Gözlerimiz bir Kalenin ayakta kalan duvarlarında kalıyor ve biraz da acıyarak bakıyorum. Ne zaman, nasıl yapıldığını düşünmekle birlikte, kimlerin gelip geçtiğini de düşünüyorum. Masumu paklığın her dönemde olduğunu, her dönemin masumu paklar mezarlığı yarattığını düşünüyorum. Bir taraftan o Eylül cenderesini, bir taraftan sonrasını düşünüyorum.