Bir otoritenin kucağında doğar insan. Hayatının önemli bir kısmını kapsayan ilk 18 yılda da ebeveyn ve öğretmenlerin değişen orandaki etkileri ile kişilik gelişimini tamamlar. Önemli oranda gelişimini etkileyen bu otoriteler bu süreçte bazen potansiyellerini farketmesine ve içgörü kazanmasına katkı sağlar. Ancak kimi zaman farkında olarak ya da olmayarak bireyin kendine yabancılaşmasına ve cesaretinin kırılmasına yol açar. Otoriter, reddedici, mükemmelliyetçi ve aşırı koruyucu aile tutumları ile uzaklaşmaya başladığımız özümüz, eğitim denen sisteme giriş yapınca ve bu değirmende öğretmenin görevi gereği (!) herkesi aynılaştırma çabası sonucunda ustaca dokunuşlarına maruz kalınca yolda görsek tanınmaz hale gelir. Buna yabancılaşma diyebiliriz. Kulaklarımız geçmişimizin derinliklerinden yankılanan ve neyi yapabileceğimizden çok neyi yapamayacağımızı bağıran seslerin çınlamasıyla doludur. Bunun üzerine bir de bilinçaltımız onların bu “yapamazsın, yapma, başaramazsın, varamazsın, alamazsın…” gibi iddialarını da doğrulamak için fırsatlar kollayıp bizi gafil avlayınca, bu olumsuzlamalar bizim için bir yasaya dönüşmüş olur. Bir insana ergenlik dönemine kadar ortalama 150.000 kere neyi yapamayacağı, neyi başaramayacağı söylenirse bunu gerçekleştirmeye yönelmesi doğal olur. Evet yanlış okumadınız. Bir insana ergenlik dönemine kadar ortalama olarak sosyal çevresince yüzellibin kere bir şeyi başaramayacağı ya da yapamayacağı söylenirmiş. Üstüne birkaç başarısız girişim ile cesaretin kırılmaması mucize olurdu. Bunların sonucunda Adler’e göre cesareti kırılan birey işlevsiz davranışlara yönelecektir. Böylece potansiyel olarak çocuğun kaderi bir sözcüğe benzeyecektir. “Şiir olmak adına yola çıkan sözcük” ağızdan çirkin bir küfür olarak çıkacaktır.
Özyeterlik algısı; bireyin bir sorunla karşılaştığında neyi başarıp başaramayacağına dair, kendisine yönelik algısıdır. Bu duygu özellikle çocukluk yıllarımızda gelişir ve kendi yaşantılarımız, başkalarına yönelik gözlemlerimiz, o anki psikolojik durumuz ve özellikle sözel ikna dediğimiz başkalarının bizim ile ilgili bildirimleri sonucu belirlenir. Biz aileler ve öğretmenler olarak, bu bağlamda çocuklarımızın gelişimi açısından çok etkili olan, bu duygusunun gelişiminde önemli etkenleriz. Olumsuzlamalar bu duygunun düşük olmasına neden olacaktır. Bunun üzerine geçirilen başarısız deneyimler (ki çocuklara başarabilecekleri ortamlar ve görevleri biz temin edebiliyoruz) bu duygunun öğrenilmiş olarak daha derinlere yerleşmesine neden oluyor. Öğrenilmiş çaresizlik denen bu duyguya yönelik pozitif psikolojinin kurucusu Martin Seligman’ın 1975’te yaptığı deney şöyledir: Bir grup insan çıkmaları mümkün olmayan odalara konuldu. İlk grup bir düğmeye dört defa basarak susturabildikleri bir gürültüye; ikinci grup ise yapıp ettikleri ile bağlantısız bir şekilde, rastgele arada bir kesilen bir gürültüye maruz bırakıldı. Üçüncü grup ise sessiz bir ortamdaydı. Daha sonra üç grup da, bir kola basarak durdurabilecekleri söylenen bir gürültü ile karşı karşıya bırakıldı. Birinci ve üçüncü gruplar gürültüye kolayca son verdi ama ikinci gruptakiler hiçbir şey yapmadılar; çabalarının sonuç vereceğini ummadıklarından, denemekten kaçındılar.
Hayatı bu şekilde öğrenen bir çok çocuk var. Farkında olmadan belki de biz buna çanak tutmaktayız. Anneler, babalar ve öğretmenler olarak daha fazla sorumluluk sahibiyiz. Çünkü çocukların üzerindeki etkimiz sosyal çevreye göre çok daha fazladır. Zaten yetersizlik duygusuyla hayata başlayan ve var olmak için anneye bağımlı olarak dünyaya gelen çocuklar bu duyguyla başa çıkabilmeleri adına sağlıklı bir “sosyal ilgi” görmeye ve kendilerinde de bu “sosyal ilgiyi” geliştirmelerine yardımcı olacak sosyal ortama ihtiyaç duyarlar.
Seligman’ın yaptığı deneyde pek anlamlandırılamayan bir bulgu vardır. Bu deneye sokulan insanların üçte birinin asla çaresiz duruma düşmemesi ve vazgeçmemeleridir. Peki onları farklı kılan neydi? Seligman deneyde hiç çaresiz hissetmeyen bireylerin düşünce kalıplarını anlamaya yönelik sorular sorduğunda onların farklı düşündüklerini gözlemlemiştir. Zorluklara karşı “bu geçici bir şey, bir duruma özgü ve bu durumla ilgili bir şey yapabilirim.” şeklinde düşünme eğilimi içinde olduklarını saptamıştır. Seligman’ın deyimiyle öğrenilmiş çaresizliğin en iyi tarafı “öğrenilmiş” olmasıdır. Sadece bu yönüyle bile değiştirilebilirliğine yönelik bir iyimserliği olanaklı kılmaktadır.
Öğrenilmiş çaresizlik öğrenilen direnç ve öğrenilmiş iyimserlikle aşılabilir. Çocuklarda ve yetişkinlerde direncin ne kadar olduğunu belirleyen iki etmen vardır. Bunlar destekleyici ilişkilerin gücü ve niteliği ile bir zorlukla karşılaştığımızda onu nasıl karşılayacağımız, onunla nasıl mücadele edeceğimize yönelik bize gelen mesajdır. Psikoloji dünyasının bugün bize verdiği bir mesaj vardır: Olaylar bizi doğrudan etkileme gücüne sahip değildir. Davranışımızı ve duygularımızı asıl belirleyen şey bizim bu olaylara yönelik yüklediğimiz anlamlardır. Bizi cesaretlendiren bir sosyal çevre, doğru bir rehberlikle, bu akılcı olmayan inançlarımızın değişmesine yardımcı olabilir. Anne-baba ve öğretmenlere düşen sorumlulukların yanı sıra bireylerin aklından çıkmaması gereken düşünceyi Viktor E. Frankl şöyle ifade eder: “Tek bir şey dışında her şey elinden alınabilir insanın: İnsanın özgürlüğünün son kırıntısı olan verili herhangi bir durumda nasıl davranacağını seçmek.”