Ortaokul yılları. Bir matematik dersinde öğretmenin anlattığı konuyu(!) ve tahtada yazılı sorunun çözümünü anlamadığını neredeyse kekeleyerek, derinlerden gelen hırıltılı bir sesle söyleyen sıra arkadaşıma “gerizekalı” tanısı konulalı 25 yıl oldu. Öğretmenin o tok sesiyle “Gerizekalısın da ondandır.” diye gerekçelendirmesiyle birlikte arkadaşımın bakışları sendeleyerek yere düşmüştü. Bizim arkadaşlarımızla kaçırdığımız gözlerimiz, sınıfın duvarlarına çarpıp sağa sola savrulup tutunacak kuytu bir yer aramış, bakışlarımız başkalarının bakışlarına istemsizce değince de birbirimizi tanımıyormuş gibi yaparak gözlerimizi sessizce başka yöne çevirmiştik. İnsanın bir başkasının yaptığından da utanabileceğini ilk olarak o gün yaşayarak öğrendim. Oysaki hayatımın her döneminde kılık değiştirerek hayatımı kontrol etmeye çalışan bir otorite vardı ve bu zamana kadar bana hep kendi yaptığımdan utanmamı salık vermişti. Belki arkadaşımız utanmasın diye belki de yapılandan duyduğumuz utançla bakışlarımızı duvarda asılan haritanın değişik bölgelerine gizledik. Arkadaşım o günden sonra kahramanım oldu. Çünkü anlamadığını söyleme cesareti göstermişti. Böylece hepimizin potansiyel gerizekalı olarak damgalanmasını engellemiş oldu. Zaten o günden sonra da kimse soru sormadı. Sınavlar dışında anlamadığımızı pek de belli etmeme başarısı da gösterdik.
Neyse ki günümüzde artık hemen teşhis konulmuyor, öncelikle sorumluluk devrediliyor. Mesela “anlamadım” diyene “anlasaydın” denilerek sorumluluk hatırlatılıyor. Bu sorumluluk devrine yönelik tepki, zekaların eşit olduğu kabulüne dayanan iyi niyetli ve özgürleştirici bir tavırdan kaynaklanmıyor elbet. Bu tavır, adı bilinen şeyi aslında tanımıyor olmanın ağır sorumluluklarından kurtulmak için kullanılan bir sıvışma halidir. “Cahil Hoca” adlı eserinde J. Ranciere anlamayanın açıklayana değil, açıklayanın anlamayana ihtiyacı olduğunu ifade eder.
Öğrenci, benim bildiğimi benim öğrendiğim yöntemle aynı şekilde öğrenip çözecek beklentisi özgürleştiren değil aptallaştıran bir tutumdur. Oysaki Ranciere, öğretmenin sırrını, öğretilen konu ile öğrenecek özne arasındaki mesafeyi, aynı zamanda da öğrenme ile anlama arasındaki mesafeyi bilebilmesi olarak ortaya koyar. Öğretmenin bunu bilmesi, özgürleştirmeden önce özgürleşebilmesi ile mümkündür. Bunun için de öncelikle Ivan İLİCH’in Okulsuz Toplum’da vurguladığı şu olguyu kavraması gerekir: Pek çok öğrenme kendiliğinden oluşmaktadır ve öğrenmenin öğretme sonunda ortaya çıktığı yolundaki algı, bir yanılsamadır.
Her şeyi tek düze ve daha önce sınırları çizilmiş bir yöntemle ele almak gibi potansiyelleri esir eden bir tutum yerine işe “Ne düşünüyorsun?” gibi özgürleştiren bir tutumu egemen kılmak gerekir. Öğretmen bize; yetersizliklerimizi sürekli yüzümüze vurup aşağılık duygusu yaşatan ve bizi kendisine bağımlı kılmaya çalışan değil, bizimle birlikte öğrenen, merak eden, merak uyandıran yoldaşlık eden, kolaylaştıran kişidir. Nitekim bilmek ve anlamak aynı şey değildir. Bu durumun en iyi örneğine Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman’dan alıntılandığı söylenen, bir anekdotta karşılaştım: “Şu kuşu görüyor musun? Bu bir kahverengi gerdanlı ardıç kuşu, ona Almanya’da “halzenfugelve” Çin‘de “chung ling” deniyor. Ona verilen tüm bu adları bilsen bile yine de bu kuş hakkında hiçbir şey bilmiyor olursun. Bildiğin sadece insanlar hakkında bir şey olur, yani kuşa ne ad verdikleri. Şimdi bu kuş ötüyor, yavrularına uçmayı öğretiyor ve yazın ülkenin bir ucundan diğer ucuna kilometrelerce uçuyor ve kimse yolunu nasıl bulduğunu bilmiyor.”
O halde, anlamayanın yükünü paylaşmak, kendi bildiklerimize yönelik sorumluluğun da ölçüsüdür. Einstein’in da dediği gibi, “Bir şeyi 6 yaşında bir çocuğa anlatamıyorsanız, siz de anlamamışsınız demektir.”