Akşam üstü soluklanmaya çalıştığım balkonda kahvemi yudumlamaktayım. Bir an çevredeki tüm sesleri duyumsamaya çalıştım. Ne korkunç bir uğultu. Uzaktan gelen ve gittikçe artan bir şekilde bağırarak ağlayan bir çocuk sesi, başka bir yönden gelen birbirine çarpan metal çatal kaşık sesleri, bunların arasına araya karışan bir düşüp bir yükselen televizyon sesi, yukarıda sesleriyle birbirini kanatan bir çift güruh, homurdana homurdana ritmini kaçırarak çalışan bir araçtan çıkan motor sesi, çarpan dolap kapıları, komşu balkondan hep bir ağızdan konuşan yüreği sağır insan sesleri, hızla geçen egzozu patlak bir motorsiklet, oğluna küfreden bir baba.Ses bulaşması oluyor sanki. Başka bir çocuk daha acının farklı bir notasından çığlık çığlığa. Durmuyor sesler. Vakit erken. Biraz daha sessizliğe bir ton daha karanlık gerek. Dünya bu yükün altında kalacak gibi. Gece insan için değil, dünya dinlensin diye var sanki. Sesler kulağımdan içeri girdikçe, içimde nefes almaya ayrılan müstakil boşluk dolup işgale uğruyor, daralıyorum. Biraz daha alsam gürültüden boğulacak gibiyim. Kapatıyorum kulaklarımı. Sevgisiz ve yüksek perdeden gürleyen insan sesi kadar havayı kirleten bir şey olmasa gerek.
Gözlerime devrediyorum nöbeti. İki blok arasından akan bir dünya. İnsanlar bir yerlere sürüklenmekte. Farklı yönlere. Bir karınca yuvasına bakar gibi bakıyorum. Kiminin başı yerde, kimi telaşlıca adımlamakta yolunu. Hiçlikten kaçmakta herkes. Gerçek yüzüyle karşılaşmamak için maskeler aranmakta. Kaçtığımız şeyden çok, kaçıyor oluşumuzun farkındalığı kanatmakta. Çarpıtarak öğütüyoruz kurguladığımız doğrusal zamanı hiçlik değirmeninde. Kaçtığımızın kucağına düşüyor olmanın bunaltısıyla sarsılıyoruz her seferinde. Karabasandaki gibi çığlık çığlığa görüyoruz kendimizi her seferinde bu sahnede. Ama kendi sesimizi duyamayacak kadar da sağırız. Bazen de aşırı uyarılmış gibi hiçliğin her hışırtısını duyacak kadar keskin kulaklarımız, ama bunu göremeyecek kadar da körleşmişizdir gündelik yaşam takıntılarıyla. Hani arkamızdan bize doğru yaklaşmakta olan bir tehlikenin varlığını algıladığımızda arkamıza bakmaktan korkup adımlarımızı hızlandırdığımız zamanları çoğaltıp dururuz ilerledikçe.
Sonlu bir varlık olmanın farkındalığı olan “hiçlik”, “düştüğümüz” yolda aracımıza almak istemediğimiz bir yolcudur. Ne var ki yol aldığımız aracın da olanağı kaçtığımız bu “hiçliğin” kendisidir. Yukarıdan bakınca eylemlerimizin bunca boş, anlamsız ve komik bir devinim olarak görünmesinin nedeni budur. Bir silindirde dönüp duran hamsterler gibiyiz.Yoldayız “şimdide”. Geçmiş rüya gibi gelir bize. Gelecek ise hayal gibi. Şimdi değirmen gibi. Zamanı öldürüyoruz. Bilinç oyunları. Şimdinin burada olmanın algısının aslında biraz daha geçmişte görülüyor olan bir rüyanın sahne oyunu olmadığını kim ispat edebilir.
Gündelik yaşamın pratiklerinde kaybolmak bir “seçimdir”.Adem’in elmayı yemesi öylece bir seçimdir. Bu yönüyle “günahkar” olmak ya da varoluştan “düşmüş” olmak. Tam da burada varoluşsal “kaygı” kimilerine göre “olabilirliklerini tamamlayamamaktan kaynaklanan psikolojik ama iyileştirilemez bir durumken”, kimilerine göre ise “insanın köklerinden kopmuşluğundan, yurtsuzluğundan kaynaklanan bir haldir”. Böylece bu “kaygı” durumunda gündelik yaşamdaki yüklediğimiz tüm anlamlar çözülür, her şey önemsizleşir. Kaygı tam da bu anlamda Kierkegaard ve Heidegger’e göre “dünyanın hiçliği karşısında duyulan endişedir. Bunu yaşarken seçim yapmaya devam eder insan. Ama her zaman için başka şekilde seçim yapmış olmanın olanaklı olabileceği de kendini seçimle birlikte dayatır. Yani yaptığımız her seçim başka bir olanağında yok oluşu anlamına gelir. Heidegger özgürlüğü, “seçilmeyerek yok edilmiş olabilirlikler ve onları bir daha seçemeyecek olmaya tahammül etmek ve yalnızca bir olabilirliği seçmek olarak tanımlar.” Kulaklarımızda çınlayan bu uğultuyu antidepresanlarla örtmeye çalışırız. Örtersiniz ama o orada örtünün altında “varolmaya” devam eder. Sahip olmak, para, güç ve günü birlik koşturmacalarla maskelemek isteriz. Aynaya baktığımızda o yüzden kendi gözlerimize bakmaktan çok maskelerimizle yarattığımız ideal ben’in sarhoşluğuna kaptırırız kendimizi. Üstümüzdeki elbisenin nasıl durduğuna, saç stilimin uygun olup olmadığına yani palyaçonun aslında ne kadar iyi göründüğüne bakarak kendimizden geçmeye çalışırız. Oysa maskelerle örttüğümüz orada tam da gözlerimizin derinliklerinde tekrar açığa çıkmak üzere yola koyulmuştur. Bunu görmek istemeyiz. Bu gerçeklikten kaçmak için de kendi gözlerimize uzun süre bakmaktan kaçınırız.
Gündelik yaşamdaki bu uyumsuzluk, kayıtsızlık, konformizm arayışı ve dolayısıyla her şeye sahip olduğumuzu düşünürken içine yuvarlanıp durduğumuz anlamsızlık seçilen bu yönelimlerle peşimizi bırakmayacaktır. Çünkü ölümlü olmak ve dolayısıyla hiçlikle yaşamın birlikte olanaklı olduğu gerçeği ile damgalanmışızdır. Biz kaçabilmek için zamanı hep doğrusal olarak algılamayı tercih ettik. Öyle bir illüzyon gerçekliği sonsuza kadar örtmeyecektir. Zaman döngüsel ise kaçtığımız şeye aynı zamanda yaklaşıyor olmanın gerçekliğini kavramayı ıskalamış oluruz. Kaygıyı bu ölümlülüğün farkındalığından ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla özgürlüğün sorumluluğundan kaçmak ve otantik (varoluşsal) bir yaşamın arayışına yönelmemek umutsuzluğu beslemek için uygun koşulları yaratır. “Umutsuzluk ölümcül bir hastalıktır.” Kaygıdan kaçmayı değil ona tutunmayı seçmek gibi bir olanağımız olduğunu da unutmayalım. Böylece insan kaygının “ona sağladığı sezgi ile hiçbir seçimin ve olabilirliğin diğerlerinden daha önemli ve anlamlı olmadığını bilecektir”. Bu “düştüğümüz” yerden varoluşa tekrar sıçramanın olanağıdır. “Varoluşa sıçrayabilen insan, kendini tanımlama özgürlüğüne sahiptir ve bunun getireceği sorumluluğu yüklenir.” Zaman akışa bırakır kendini. Tarihselliğin anlamı da ancak geçmiş, gelecek ve şimdiyi kucakladığımızda ve aynı zamanda yönelimlerimizin günü kurtarma telaşından sıyrılıp, etkileşimlerimiz kendimizle, başkalarıyla ve doğayla bütünleştiğinde kavranmış olacaktır.