OSMANLI, TÜRKİYE VE AVRUPA’DA AYDIN

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Aydını anlatırken, Sartre şöyle diyor: “Eleştiren, muhalif olan, karşı koyan, reddeden, kul olmayan, özgür olan, biat etmeyen, özgür akılla düşünen, ona göre sonuçlara ulaşan insana aydın insan denir.” diyor.

Sol literatür de sık kullanılan, Marksizm’deki devrimci bakış açısıyla aydın: “Eleştiren, reddeden, tarihin akışına uyumlu eleştirel akıl ortaya çıkaran, icat eden, yenileyen, yeni bir akım, düşünce, değer ortaya çıkaran, var olanla yetinmeyen, var olanı aşan ve her zaman var olanı aşma perspektifine sahip olan insanlara aydın insan denir.” diyor.

Birde Avrupalı diğer aydınların, aydın kimdir sorusuna verdikleri yanıtlar var, o da genel anlamda şöyle; “Sorgulayan, itiraz eden, görüş ve fikir üreten, mevcut sistemden farklı düşünen, eylemde bulunan, kendini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan…”

Bizim ülkemizde de aydın kimdir sorusuna çoğunlukla şu yanıt veriliyor; “okur-yazar olan, yol-yordam bilen herkes aydındır.”

Ustaların anlattığı bu “aydın “ tanımlarını unutmadan, Osmanlıya kısaca bakalım:

“…Ortaçağ’dan bu yana Türk – İslâm devletlerinin kuruluş, gelişme, çöküş ve yeniden örgütlenme süreçlerini incelediğimiz zaman ortak bir olguyla karşılaşıyoruz. Önce halk, yani çoğunlukla göçebe aşiretler bir devlet kurmakta ve çevre ulusları da egemenlikleri altına alarak büyümektedir. Daha sonra «Merkez», yani bey, ya da sultan, ya da imparator, yani kurulan devletin üst yöneticileri, «Kapıkulu Yaratma» işlemine başlamaktadırlar. Bunun, yani kapıkulu yaratılmasının ana nedeni merkezin iç ve dış düşmanlarına karşı koyabilmek için, elinin altında kendisine sıkı bir şekilde bağlı, düzenli bir kadro bulundurulması dileği olmasındandır. Kapıkulu genellikle yeni fethedilen ya da eskiden fethedilmiş olan topraklarda yaşayan «Gayrimüslimleri» ya da farklı etnik grupların üyelerinin çocuklarının alınarak, küçük yaşta bir çeşit beyin yıkama ve eğitilme programı uygulanmasıyla yaratılmaktadır. Merkez’e körü körüne bağlı olacak bir şekilde yetiştirilen bu «Kullar», askeri ve yönetimsel kadroları oluştururlardı. Köksüz bir sınıf olan, dahası özellikle köksüz bir sınıf olmasına çabalanan “Kapıkulu”nun tek yaşama şansı, «Merkez»in emirlerine böyle körü körüne baş eğmesine bağlıydı, ya da buna inandırılmış durumdaydılar.”(1)

O günden bugüne, «Devlet Görevlileri” çeşitli adlar alsalar da çoğu kez bir tek ortak kavramla, «Kapıkulu» kavramıyla adlandırılmış ve hala öyle de adlandırılmaktadır. Böyle adlandırılmasının bir tek nedeni var. Osmanlı da saraya bağlı olarak çalışanların tamamı kendi görüşünü ortay koyamayan, sadece söyleneni yapan, bu özelliği ile de Kapıkulu askerlerine benzeyen devlet görevlileriydi. Yine, Osmanlı kendi “aydın”ını kendi yaratmıştır. Osmanlı aydını da devletten beslenen, devletten maaş alan, muhalif bir düşünce, bir eleştiri ortaya koymayan; daha çok sistemin içinde kalan, yaşadığı sistemin tamircileri (koruyucuları) konumundaydılar. Bu aydınların çerçevesi devlet tarafından çizilmiş, devlete göbeğinden bağlı, mevcut sistem içinde devletin ideolojik sınırlarını çizen: bir bakımdan saraya danışmanlık yapan devlet görevlileri… Adları ne olursa olsun kapıkulu askerlerine benzedikleri için bunlara da haklı olarak, kapıkulu benzetmesi yapılmaktadır. Bu aydın tipi yazımızın başında anlattığımız aydın tipine hiç benzemiyor.

Osmanlı bu yapısıyla, tarımda, sanayide, teknolojide ve sanatta bir ilerleme sağlayamıyor. Feodal üretim biçimi içinde, işgalden işgale koşarken duvara tosluyor, 1853’de “hasta adam” damgasını yiyor.

Osmanlı duraklama ve gerilemeye başladığında, Avrupa çoktan geliştirdiği yeniliklerle, teknolojilerle… feodal üretim ilişkilerini geride bırakıp, sanayi devrimini yapmış. Kapitalist üretim ilişkileri içinde gelişen burjuvazi kabuğuna sığmaz olmuş, kendi ekonomik sınırının boyutunu genişletmeye çalışıyor. Burjuvazi geliştikçe işçi sınıfı da gelişiyor. Tüm bu gelişmelerin yanında, Avrupa da “aydınlar” da gelişiyor. Burada; Avrupa da 1600’ün sonlarında, özellikle 1700, 1800 ve 1900’lere kadar sanayi devriminde ne kadar ileri gittiklerini anlatmak ayrı bir yazı konusudur. Merak edenler “Avrupa da sanayinin gelişmesine” çeşitli kaynaklardan bakabilirler.

Osmanlı sarayı, koskoca İmparatorluğun çöküşe geçtiğini ve Avrupa’nın geliştirdiği teknoloji ve sanayi sayesinde çok ilerlediğini görünce; 19. Ve 20. Yüzyılın ilk yarısında modernleşme denemelerinde bulunuyor. Tarih bize gösteriyor ki, bu da çok geç kalınmış bir girişim oluyor. Ayrıca bu denemeler, kendi iç dinamiği ile teknolojisini ve sanayisini geliştirme yerine Avrupa’nın yolunu tutuyor.

 Ancak daha önce, saray bir fetva çıkarıyor. “Kafiri yenmek için kafirin icadını kullanmakta şeriata aykırılık yoktur. Bu formülden yararlanan Osmanlı aydını Batıdan önce bazı askeri teknikleri aktarmıştır.”(2)

Osmanlının yaptığı işlerden biri de, Avrupa’ya gönderdiği aydınlardan başka, Avrupa ülkelerine elçiler göndermiş. Bunların amacı Avrupa’nın sanayisi konusunda raporlar hazırlamaları, bilgi taşımaları olmuş. Ne var ki, taşıma suyla değirmen dönmemiş, 1900 yılına gelince, Osmanlı İmparatorluğunun da sonuna geliniyor.

Buradan ne anlamalıyız, tarih bize ne söylüyor? İç dinamiği ile sanayini, teknolojini, sanatını özgürce geliştiremezsen, aydınlarını kapıkulu yerine koyarsan, aydınların, bilim adamlarının bağımsız ve özgür düşünmesinin koşullarını oluşturmazsan, sadece kapıkulu askerleriyle peynir gemisi yürümüyor. Batıyor.

Artık şunu net olarak koyabiliriz. Osmanlı aydını saraya bağlıyken (özgür düşünce üretemezken), Avrupa aydını bağımsız ve özgürce düşünüyor ve eleştiriyor. Başka bir ifadeyle, Osmanlı da ve Cumhuriyet’te devlet eleştiren aydını sevmezken, cezalandırırken, Avrupa eleştiren aydından yararlanıyor ve onun gelişmesine olanak sağlıyor. Bu farklılık Avrupa’nın, siyasette, hukukta, demokraside, bilimde, felsefede, sanatın tüm dallarında gelişmesini sağlarken; Osmanlı’nı çöküşünün, Cumhuriyetin yerinde saymasının en önemli nedenlerinden biri oluyor.

Osmanlı’ da ki aydın anlayışı Cumhuriyet dönemine de geçiyor. Her iki dönemde de aydının sınırını devlet çiziyor. Cumhuriyet dönemine geçince, devletten beslenen aydınlardan bazıları; Yahya Kemal ( milletvekili, elçi), Peyami Safa (istihbarat örgütünde görevli), Yakup Kadri (Büyükelçi), Necip Fazıl (gizli ödenekten besleniyor). Bunlar hemen hemen herkesin tanıdıkları. Şu ya da bu biçimde devletten beslenen başka aydınlar da var, ama bunların nereye kadar düşünüp, konuşabileceklerini devlet belirliyor. Birde, yine Cumhuriyet döneminde devlette çalışan çalışmayan, ancak düşündüğünü özgürce söyleyen, yazan geleneksel aydın tipini aşan, sınır tanımayan aydınlar var ki; devlet bunlara sahip çıkmıyor, tam tersine cezalandırıyor. Nazım Hikmet, Yılmaz Güney düşündüklerini korkusuzca söyledikleri için yıllarca cezaevlerinde yatırılmış, her ikisi de yurtdışında sürgünde hayatlarını kayıp etmiştir. Aziz Nesin, yaşar Kemal gibi aydınların çekmediği acı kalmamıştır. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Ulusoy, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Onat Kutlar, Musa Anter… Özgürlükler demokrasi vb. konularda bağımsız aydın tavrı koydukları için katledilmişlerdir. Server Tanilli ölümden kurtulmuş, özürlü yaşamak zorunda kalmıştır. Bunlarla kalınmamış: 12 Mart ve 12 Eylül Askeri faşist darbeleri birçok aydını ve devrimciyi işkencelerde,  idam sehpalarında ve faili meçhuller de öldürmüştür. Her dönem de, cezaevleri aydınların ve devrimcilerin mekanı olmuş, aydınlar, bilim insanları hep devlet tarafından cezalandırılmış, işten atılmış, özgürce çalışmalarının olanağı ortadan kaldırılmıştır. Bu döngü kesintisiz devam etmiştir. Günümüzde de acımasızca sürdürülmektedir.

Ülkemizdeki durumun böyle olmasının bir nedeni de; Ülkede kapitalizmin ve burjuvazisinin iç dinamiğiyle değil emperyalizme bağlı olarak çok sonradan oluşmasıdır. Avrupa da yapıldığı gibi Türkiye de burjuva demokratik devrimi yapılmamıştır. Böylece burjuva demokrasisi bile söz konusu olmamış. Ülke sürekli, üstü örtülü ya da çoğunlukla açık sömürge tipi bir faşizmle yönetilmektedir. Bu durum, Avrupa’daki gibi, bir burjuva demokrasisinin, bilinçli bir sınıfın, çağdaş aydının gelişmesinin önünde hep engel olmuştur. Böylece, Türkiye de aydın, geleneksel –kapıkulu- aydını durumuna sokulmak istenilmektedir. Osmanlı da kapıkulu geleneğinin dört yüz yıl sürdüğünü düşününce, etkisi de büyük oluyor. Aynı konu ile ilgili olarak:

Cengiz Türüdü ve Naim Kandemir’in birlikte yazdıkları “Hayat Üzerine Diyaloglar” kitabının “Aydınlar” bölümünde,   Türkiye’ deki aydınlar için şu değerlendirmeyi yapıyorlar: ” …Eleştirel akıl olmadığı, büyük felsefe gelenekleri oluşmadığı için, büyük aydın da oluşmuyor. Eleştirel akıl, eleştirel düşünce, laik düşünce yoksa modern anlamda aydın da ortaya çıkmıyor. Aydın ortaya çıkmayınca sosyal teoriler de ortaya çıkmıyor. Türkiye toplumuna tarihsel açıdan baktığımızda; Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri dâhil buna, eleştirel akıldan, büyük felsefi, teorik, sanat geleneklerinden yoksun bir toplum görünümü arz ediyor. Hiçbir hukuk, eğitim, sanat, bilim dalının, akımının icatçısı değildir Türk aydını. Türk aydını yaratıdan yoksundur. Eleştirel akıldan yoksun olduğu için oluyor bu. Türk aydın geleneğini eleştirel, laik akıl belirlemediği için Türk aydını bu konularda hep kısır kalmıştır, hiçbir icadın yaratısı olmamıştır.”

  Avrupa’ da ki aydının farkını şöyle anlatıyor: “…Yani burjuvaziye bir yol haritası çizmek, bir ideoloji oluşturmak, bir hukuki zemin yaratmak, bir hukuki sınır çizmek, çerçeve oluşturmak, hegemonya alanı oluşturmak, burjuvazinin iktidarına rıza sağlamak üzerine tezler geliştiriliyor, felsefe kitapları çıkartılıyor, tartışmalar-polemikler yapılıyor. Bunun çerçevesi o dönemde laik düşünceyle, kilise ve feodal bakış açısı dışında laik, modern burjuva düşüncesiyle çiziliyor. Batı aydınları bunları yapıyor.”

Osmanlı’da ve Cumhuriyet dönemlerinde; devlette özeleştiri yapma  – geçmişte yapılan yanlışların yerine doğruyu koyma- geleneği yok. Bu olumsuzluk,  geleneksel aydınlarına da geçiyor. Eleştiri kabul etmeyen bir devlet, eleştiremeyen ya da eleştirmeyen bir aydın geleneği, ülkeye en büyük zararı veriyor.  Hep Avrupa’nın gerisinde kalan, sürekli kaostan beslenen, aydınına, sanatçısına, bilim insanına ve neredeyse kendine düşman bir iktidar anlayışını da sürekli hale getirmiştir. Bu durum, günümüzde küresel sermaye için büyük bir fırsat oluşturmakta, fırsatı kaçırmayan küresel sermaye, yerli işbirlikçileri ile birlikte, ülkede sömürü ve sömürü sisteminin devamını sağlarken, Türkiye’yi, kendi ürettikleri malların tüketildiği Pazar alanı haline sokmuştur.  Ülkemizdeki, kamuya ait bütün fabrikaların, bütün yeraltı, yerüstü kaynaklarının sermayeye satılmasının nedeni de budur. Bu oluşturulan sömürü sistemi ancak, faşist yöntemlerle korunabilmektedir. Yapılan bütün darbeler buna hizmet etmiştir. Seçim yoluyla iktidara gelen partiler arasında AKP darbeleri aratmayacak şekilde Faşist uygulamalara başvurmuştur. Tüm bunlar neyin önünde engeldir?:   Düşüncenin – eleştirinin, bilimin, sanatın. Felsefenin, laikliğin,  adaletin, özgürce örgütlenmenin, aydının, devrimcinin, kısacası ülkenin ve demokrasinin önündeki engeldir.

Bütün bu sonuçlar bize şunu gösteriyor. Gerek Osmanlı’da, gerek Cumhuriyet döneminde devlet kendine yönelik eleştiriye karşı koymak adına hep kötünün, olumsuzun yanında yer alıyor. Şu örnek bunun daha da anlaşılmasını sağlayacaktır.

Şair Eşref, Osmanlının son döneminde yaşamış, Asıl ismi Mehmet Eşɾef’tiɾ. Dindar bir ailenin çocuğudur. Annesinin de şair olduğu rivayet olunur.  Eşref, devletin çeşitli dairelerinde çalışır. Turgutlu, Akhisar,   Alaşehir’de mal müdürlüğü yapar. Fatsa, Ünye, Acıpayam Buldan ve diğer birçok ilçede kaymakam olarak çalışır. Adana’da vali yardımcılığı yapar. Gördes de kaymakamlık yaparken, gördüğü yolsuzlukları, yergi-eleştirel şiirleriyle dile getirir. Bu yergi şiirlerinden biri şöyledir.

Bir soğan soyuluyor,

Yaşarıyor gözler.

Bir devlet soyuluyor,

Aldırmıyor öküzler.

Şair Eşref, bu tür yergi şiirleriyle devleti eleştirdiği için, Gördes kaymakamıyken bir gece evi basılıyor ve yanında iki arkadaşıyla birlikte gözaltına alınıyor. Gizli bir örgüt kurmakla suçlanıyor. Bir yıla yakın cezaevinde yatıyor. Cezasının ardından İzmir’de gözetimde tutuluyor. Tekrar bir ihbar sonucunda cezaevine düşme kaygısından yurt dışına kaçıyor. Yıllarca yurt dışında yaşamak zorunda kalıyor.

Şair Eşref’in,  135-140 yıl önce yaşadığı bu durumu şimdi okuyunca, üç gün önce ya da geçen hafta olmuş bir olay gibi geliyor,  Ne kadar canlı. Günümüze ne kadar çok benziyor. Oysa bir asırdan fazla zaman geçmiş. İşte bu durum insan olanın yüzünü kızartıyor, insan olanı utandırıyor.

O günkü Osmanlı devleti, Şair Eşref’i yargılayıp içeri atmasaydı, cezalandırmasaydı(!), tam tersine, Şair Eşref’i çağırıp, şöyle deseydi:

 “Eşref, bu devleti kim, nasıl soyuyor?, gel bunu anlat, ortaya çıkar, bu padişah olarak ben olsam bile, bu soygunculara öyle bir ceza  verelim ki bundan sonra kimse bu devleti soymaya cesaret edemesin.” Demiş olsaydı, şimdi aynı şeyler yaşanır mıydı? Şimdi adalet nasıl olurdu? Şimdi aydın, şimdi demokrasi , şimdi ülke nasıl olurdu?..

Daha dün, AKP’nin Mersin /Çamlıyayla İlçe Başkanı partisinin ilçe belediye başkan adayı hakkındaki tüm hırsız iddialarına rağmen oy verilmesini istedi.  “Vatan hainlerinin yanında yer almaktansa, hırsız bizim hırsızımız, biz yanında yer alırız” dedi. Tam bir çürümüşlüğün ve bitmişliğin göstergesi…

Muhalif olana hemen “vatan haini” damgasını vuruyor. İnsana sormazlar mı? Çamlıyayla’daki vatan hainleri kimlerdir? Ne zamandan beri vatan hırsızlar tarafından korunuyor? Hırsızların vatan için öldükleri hiç görülmüş müdür?.. Bu konuda hükümetin yanında yer alan, sistem tamircisi “aydınlardan” hiç kınama sözleri duyulmadı. Bunun adı vatan savunuculuğu olamaz. Hırsızın, arsızın, hukuksuzluğun yanında yer alan, hiçbir devlet, hiçbir hükümet ve hiçbir aydının vatanseverliğinden söz edilemez. Tarih bunun örnekleriyle doludur.  Bu ülkenin çöküşüne yol açar. Devlet ve hükümet, çalanın, çırpanın, hukuksuzluğun yanında yer almamalıdır. Tam tersine adaleti savunan, demokratik, özgür bir ortam için çalışmalıdır. Artık kapıkulu gibi olmayı kabullenmeyen aydınlara sahip çıkmalı, onları cezalandıran değil, onların düşüncelerini önemseyen anlayışlara sahip olmalıdır. Peki, bu aydınlar ne düşünüyor, ne söylüyorlar? Muhalif olan herkesi düşman, vatan haini ilan edersen, aydını, basın ve bilim insanlarını susturmak için ceza evlerine atarsan, hukuk ve adaleti yukarıdan denetli hale getirirsen, laikliği ayaklar altına alırsan, din eğitimini çağdaş eğitimin yerine koyarsan, kamuya ait tüm fabrikaları, yer altı ve yer ütü kaynaklarını kamunun elinden alıp sermayeye satarsan, doğayı ve şehirleri talan edersen, üreticileri yok sayarsan, ekonomiyi bitirme noktasına getirirsen, üniversiteleri özerk, bilimsel eğitimden uzak tutarsan, sanatı öteler ve sanatçıları cezalandırırsan, sırf iktidarda kalabilmek için sürekli düşman üretirsen, kendi taraftarlarını zenginleştirirsen, barış politikası yerine savaş politikasını uygularsan, insan haklarını görmezden gelirsen, çalanlardan- çırpanlardan hesap sormazsan, bedelli askerliği yasallaştırarak, parası olan yaşasın, parası olmayan ölsün dersen… Ülke çürür, çöker, biter. Tüm bunların çözümü için tek yol vardır, o da demokrasinin bütün ilkeleriyle hayata geçirilmesidir. Demokrasinin dışındaki uygulama, üstü kapalı ya da çoğunlukla açık faşizmdir.  Faşizmden şu amaçlanmaktadır.  Emek ve sermaye çelişkisinin üzerini örtmek, sermayenin sürekli haklı olduğu imajı yaratmak, emekten yana olanların kendilerine olan güvenlerini yitirmelerini sağlamaktır. Bugün için aydınların söyledikleri bunlar ve benzerleridir.

Bir de sistem tamircisi aydınlar var ki,  “gelen ağam, giden paşamdır” sözü sanki bunlar için söylenmiştir.

 Son zamanlarda aydın sandığımız bazı “sanatçılar” iktidarın yanında olduklarını, muhalif olmadıklarını, milletin gözünün içine baka baka gösterdiler. Çünkü bunlar, başta sistemin ve sistemi temsil eden iktidarın sunduğu çeşitli olanaklarla, var olan sömürü sisteminden yana olduklarını ortaya koydular. Bunların adlarını söylemeye gerek yok. Her dönem bu tipleri görmek mümkündür. Bunlar hangi sınıf katmanından gelirlerse gelsinler, hep düzenbazdırlar, hep eski sistemin yanında yerlerini alırlar. Toplumu değiştirme, dönüştürme diye bir sorunları yoktur. Kendilerinin yoksul, ezilmiş bir aileden gelmeleri muhalif olacakları anlamına gelmez. Bunların parayla ölçülecek fiyatları vardır. Hep içinden çıkıp geldikleri sınıfa ihanet noktasındadırlar.  Çünkü bunların iktidara yamanması, sömüren sınıfın, sömürülen sınıf üzerindeki baskısının, halk tarafından doğal bir durummuş gibi algılanmasına neden olmasıdır.

 İnsanlar, hala Şair Eşref’in yergi şiirlerini yazma ve okuma ihtiyacı duyuyorsa, bu Osmanlıdaki bazı alışkanlıkların günümüzde de sürdürüldüğünün göstergesidir.

Gramsci, sistem içinde kalan, göbeğinden devlete bağlı olan aydınlara “geleneksel aydın” diyor. Bu geleneksel aydının sınırını devlet ve sistem çizdiği için, bunları gerçek aydın yerine koymak bir yanılgıdır. Bunlar sistem tamircileridir. Yine Gramsci, özgür düşünen, muhalif olan, eleştiren. Sınıfın aydınına “organik aydın” diyor. Organik aydının devrimci bir yönü var. Eleştiriyor, sorguluyor, değiştirmek istiyor…

 Bu yazının ışığında, son söz olarak şunu söyleyebiliriz: aydınlar, bu sistem içerisinde, sömüren ya da sömürülen sınıflardan birinin yanında yer alarak; sınıfsal bir işlevi yerine getirmektedir. Bu durum, söz konusu aydının, ne kadar; “eleştiren, reddeden, tarihin akışına uyumlu eleştirel akıl ortaya çıkaran, icat eden, yenileyen, yeni bir akım, düşünce, değer ortaya çıkaran, var olanla yetinmeyen, var olanı aşan ve her zaman var olanı aşma perspektifine sahip” olup olmadığını da ortaya koymaktadır.

   ————————————————————————————————–

(1)    Prof. Dr. Toktamış Ateş, Kapıkulu kavramının Dünü ve Bugünü . S. 85.

(2)    Dr. Aydın Yaka, Sosyal Değişme/  Türk Modernleşmesi/ Modernleşme Kavramı. S.293.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir