ÖZGÜRLÜK
Son zamanlarda en fazla tartışılan konulardan biri de özgürlük.
Özgürlüğü neden önemsiyoruz, özgürlük için neden bu kadar çok bedeller ödeniyor?..
Özgürlük doğal bir şey midir yoksa sonradan mı öğrenilir?..
Özgürlük bu kadar önemliyse, gönüllü kölelik ve kulluk nasıl anlatılır?
Sanal alemde dolaşan bir fotoğraf var, fotoğrafı çekenin adını bulamadım. Fotoğrafta kocaman boynuzları, oldukça büyük gövdesi olan bir öküz, öküzün delinen burnuna bağlanmış bir ip ve ipin öbür ucunda ayakları yalın, vücudunda kıçını örtecek donu olmayan 4-5 yaşlarında küçücük bir çocuk öküzü çekmiş götürüyor. Fotoğrafa bakınca öküz biraz da gönüllü gidiyor gibi gözüküyor. manavgat escort
Fotoğrafı çeken kişi fotoğrafın altına şu notu düşmüş: “Özgür olamayacağına inanmıştır; kopmayan şey ip değil inancıdır.”
Biz de fotoğrafın altına şöyle bir not düşsek sanırım yanlış olmaz. Öküz, özgürlüğü bilince çıkaramadığı için özgür kalmanın yollarını aramaz. Kandırılmıştır.
Çevirisini Mehmet Ali Ağaoğulları’nın yaptığı, Fransız düşünür Etienne de La Boetie’in yazdığı “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eserinde şöyle diyor.
…Fakat, gerçekten özgürlüğün doğal olup olmadığını tartışmak boşunadır. Çünkü hiç kimse zarar verilmeden köle durumunda tutulamaz ve dünyada hiçbir şey haksızlık kadar (bütünüyle ussal olan) doğaya aykırı değildir. Böylece bize, özgürlüğün doğal olduğunu ve bu şekilde (kanımca) yalnızca özgürlüğümüze sahip olarak değil de aynı zamanda onu koruma duygusuyla doğduğumuzu söylemek kalır. Oysa, şimdi bunun üzerinde bir kuşkuya kapılıyorsak, bu bizim iyi yönlerimizi ve doğal duygularımızı tanımayacak kadar yozlaştığımızı gösterir.
Size laik olduğunuz onuru vermem gerektiğini biliyorum ve doğanız ile durumunuzu göstermek için karşınıza örnek olarak bizzat vahşi hayvanları koyuyorum. Eğer insanlar yeterince sağır olmasaydılar, hayvanların onlara “yaşasın özgürlük” diye haykırdıklarını duyarlardı. Hayvanların birçoğu yakalandıkları anda hemen ölür. Örneğin, balık sudan çıkar çıkmaz yaşamını da yitirir; aynı biçimde ışığı terk eden bazı hayvanlar doğal bağımsızlıklarının yok olmasından sonra yaşamak istemezler. Eğer hayvanların kendi aralarında bir sıra ve üstünlük basamakları olsaydı (kanımca) özgürlüğü soyluluk olarak kabul ederlerdi. En büyüğünden en küçüğüne tüm hayvanlar yakalanınca tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, ayaklarıyla, gagalarıyla öylesine büyük bir direnç gösterirler ki, bu da kayıp ettikleri şeyin onlar için ne denli değerli olduğunun kanıtlar. Daha sonra, kesin olarak ele geçirildiklerinde, hayvanlar bize felaketlerinin bilincinde olduklarını gösteren çeşitli belirgin işaretlerde bulunur. Bundan böyle, onların artık yaşamaktan çok canlılıklarını yitirmiş olduğu ve yaşamlarını da kulluktan hoşlanmak için değil de hoşnut durumlarına yakınmak için sürdürdüğü açıkça gözlemlenir.
Gücünün son damlasına kadar kendini savunup bir kurtuluş yolu göremeyen ve yakalanmak üzere olan bir filin dişlerini ağaçlara vurarak kırması, doğduğu gibi özgür kalma arzusunun onu düşünmeye sevk edip avcılarla pazarlık yapmaya yöneltmesinden ve eğer dişleri pahasına kurtulacaksa dişlerini özgürlüğünün fidyesi olarak vermesinden başka ne olabilir ki?
At doğar doğmaz hizmet etmeye alışsın diye onu yem vererek kandırırız. Eğer onu pohpohlamasını bilemezsek iş terbiye edilmesine gelince, gemi azıya alır ve mahmuza saldırır; at böyle davranarak, eğer hizmet ediyorsa bu, onun kendi arzusu ile değil de bizim zorlamamız nedeniyle olduğunu doğaya göstermek, hiç olmazsa kanıtlamak gibidir…
Buradan da anlıyoruz ki, özgürlük sonradan öğrenilen değil, doğuştan ve doğanın canlılara verdiği, yaşanması ve korunması gereken bir hak olduğudur. Bu nedenle çok değerlidir. Özgürlüğü kayıp etmek doğayla ters düşmek anlamına da gelmektedir. Diğer taraftan, doğayı talan edenler, doğanın dokusuyla oynayanlar her kimse, hem doğanın hem de özgürlük düşmanı oldukları tartışmasız ortadadır.
Yöneten ve yönetilenlerin söz konusu olduğu sınıflı toplumlarda durum daha da vahimdir. Bu sistemin yapısı gereği toplumun çoğunluğu yoksullardan oluşmakta, üniversiteyi bitiren gençlerin çoğunluğu iş bulamamaktadır. Çünkü sistem böyle çalışmaktadır. Bu bilinen şeyleri fazla uzatmadan söyleyelim; muhtaç bırakılan insanlara çalışarak geçimini sağlayacak iş yerine, yardım adı altında; kömür ve yiyecek paketleri v.b dağıtılmakta ve böylece sisteme uyumlu, özgürlüğü unutturulmuş bir halk yaratılmaktadır.
Yine Etienne de La Boetie’nin şu sözleriyle durum daha da açıklayıcı olacaktır: “…Tüm tiranlar, uyruklarını “efemine”, (kadınsı) yapmak istediklerini böyle açık açık belirtmişlerdir. Fakat, gerçekten Kayros bunu açıkça emretmiş olmasına karşın, diğerlerinin birçoğu bunu gizlice uygulamaya çalışmışlardır. Aslında bu durum, sayıları kentlerde daha fazla olan aşağı-yoksul- halk tabakasının doğal yapısına uygundur. Kendini sevene karşı kuşkulu, kendini aldatana karşı saftır. Ağızlarına çalınan iki parmak bal ile cezbedilen halklar kadar, ne avcı düdüğüne kanıp tuzağa düşen saf bir kuş, ne de yem için oltaya takılan alık bir balık olabileceğini düşünmeyin. Pohpohlandıklarında hemen kendilerini teslim etmeleri şaşılacak şeydir…”
İşte, bu şaşılacak şeyin başladığı yede, “kulluk ve köleliğin” önü açılmış, özgürlükler gasp edilmiştir. Bura da özgürlük savunucuları ağır bedeller ödemektedir. Tiranlardan özgürlük istemek büyük hatadır, çünkü özgürlükleri gasp eden bir tiran da o andan itibaren özgür değildir. Artık korkmaktadır, yüzlerce asker, polis ve zırhlı araçlarla kendini korumaya almıştır. Böyle birinin de özgür olması düşünülemez. Burada, tiran, Padişah, kral, başkan her kimse ona yaklaşan, yaklaştığı ölçüde özgürlükten uzaklaşacaktır. Bunların amacı görev-hizmet- yapmak değil, durumdan vazife çıkarmak, sahibine göre kişnemektir. Artık bunlar da özgür değillerdir.
Dünya hala özgürlüğü bilince çıkaramamış *kul ve köle ruhlu insanlarla doludur.
Oysa özgürlük her kişi için, hava gibi, su gibi ihtiyaçtır. Özgürlük doğuştan gelen, doğanın verdiği bir şey olduğu için kimseden istenmez. Sadece yaşanır. Hemen şimdi, olduğun yerde… en azından; İran’lı kadınların başlarını açtığı gibi, metal işçilerinin grevinde şiir okumak, türkü söylemek gibi, sevdiğinin elinden tutup yürümek gibi, arkadaşına, “yarasın, şerefe ya da güzel günlere“ diyebilmek gibi, sokaklarda mini etek-şort giyebilmek gibi, sokaklar bizim-ülke bizim- gelecek bizim diyebilmek gibi …
Önemli olan özgürlüğü yaşanır kılmak. Özgürlük hemen şimdi, olduğun yerde…
Yazımızı Katilina ayaklanmasına katılan Komutan Manlius’ un bir mektubundaki şu sözüyle bitirelim. “Bütün anlaşmazlıkların kaynağı olan zenginliği istemiyoruz. İstediğimiz sadece özgürlüktür…”
Ramazan VELİECEOĞLU
*Kölelik, toplumsal bir statüdür, kul olmak ise daha çok algılanan bir gerçekliktir. Köle, zorunlu olarak kayıtsız şartsız hayat boyu emir altında tutulan kişidir. Kul ise kendi iradesiyle, kendi seçimiyle, özgürlüğünden vazgeçerek, çaresizliğinden emir altına girmiş kişidir. Kul kavramının içinde sadakat de vardır. Bir köle sahibine sadakat göstermezse ayıplanmaz, doğrudan cezalandırılır. Ancak bir kul efendisine sadakat göstermezse, öncelikle ayıplanır, belki sonra cezalandırılır. Yani köleye fiziksel baskı, kula ise toplumsal, duygusal baskı söz konusudur.