PARDON, YABANCISINIZ GALİBA

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

2009 yılında başlayan bir Diyarbakır maceram var ki evlere şenlik desem yeridir. Mersin’de kendi halimde ekmeğimi kovalarken Diyarbakır’da, memleketimde üniversite kazanmıştım. Nereden çıktı bu diye hiç size anlatmaya mecalim yok açıkçası çünkü konunun gideceği yer malum. Affedersiniz söyleyeceklerim “meclisten içeri” diye de baştan uyarımı yapayım ben.

Seneler ardı arkasını kovaladı, okul bitti, yıl oldu 2016 ve benim son bir hesabım kalmıştı Diyarbakır’da. Hesap dediğim de, okulla ilgili birkaç evrak halledilecek. Ben diyeyim yarım saat, sen söyle 1 saatlik iş. Ama mecbur yapılacak, başka çare yok. Ben, çok uzun zamandır bir şeyleri bahane ederek kaçıyordum fakat artık bütün kapılarım kapandı ve bir bilet kestim Diyarbakır’a, gecenin en körüne denk gelen saate.

Otobüs tıngır mıngır otogardan çıkarken içim parça parça olmaya başlamıştı bile. Göreceklerime hazır olmadığımı biliyordum. İçimin bunları kaldırmayacağını biliyordum. Ve biliyordum ben, Sur’un her bir adımında hatıralarımı, anılarımı gördükçe gözlerimin kan çanağı olacağını. Fakat hayır, ağlayamayacaktım. Ne olursa olsun gözlerimden düşmeyecekti o güzel anılarla dolu şehrimin sokaklarına yaşlar.
Zor da olsa sabahı ettim ve hafif gözlerimi araladığımda kadim şehir Diyarbakır’ın “Hoşgeldiniz” tabelasını gördüm. “Vallah kurban pek hoş gelmedik” diyerek selamladım tabelayı titrek ve korkak bir yüz ifadesi ile.” Abem benim, kaç dakka kaldı hele söyle sana zahmet” dedim muavine ve yüzümü gülümseten o cevabı aldım:

-Abe Allah izin verirse 10 dakkaya kutsal topraklardayız.

Nasıl özlemişim bu samimi, içten tavırları. Nasıl özlemişim başım gözüm üstüne denilen muhabbetleri. Nasıl hasretim “Allahın seversen az daha ye” diye edilen ısrarlara.  Tarif etmem çok zor, tarif etmem imkansız. Tanrım, sen bu coğrafyayı neden bu kadar güzel yarattın? Ve Tanrım yine sen, neden bu kadar zulüm doldurdun bu kadim topraklara? Her neyse, şimdi Tanrıyla kavga etmenin sırası değil, zira otobüsten indikten sonra başlıyor tüm hikaye.

Otobüsten indim, hafifçe bir gerindim ve sağıma soluma baktım. Sigaramı yakıp yoluma devam etmeye başladım. Başladım da ilk adımda arkamdan tanıdık bir ses geldi:

-Pardon beyefendi, bakar mısınız?

Sesin tınısında olan soğukluk öylesine tanıdık geliyordu ki, dönüp bakmadan bildim belinde yasal tabancasıyla bir komiser yaklaştığını.  Tabii ya başka kim beyefendi derdi ki, başka kim bu kadar resmi olabilirdi ki benimle bu toprak parçasının sınırları içinde? Vazife başındaki polis abimiz.

Arkamı döndüğümde yanılmamıştım, bir polis sesiydi bu. Ülkenin neresine giderseniz gidin polislerin sesine ve konuşmasına dikkat edin, hepsi aynı sertlikte, soğuklukta, resmiliktedir. Hiç yanılmadım bu zamana kadar arkadan gelen pardon beyefendi seslenmelerinde.

Ne için durdurulduğumu biliyordum; sırt çantama bakacaktı ve birkaç soru soracaktı. Haklı tabii kendince. Ülkenin her bir köşesinde patlamalar oluyor sebebi belirsiz(!), bu yüzden bakmak zorunda. E tabii minicik çanta bu, içinde 300-400 kilo bomba saklamış olabilirim veya birkaç yüz tane silah. Olabilir yani, neden olmasın?

İki polisti beni çeviren ve biri çantamı ararken diğeri sorularla yeterince bunalan ruhumu delik deşik ediyordu: Ne iş yapıyorsunuz? Neden geldiniz buraya? İlk defa mı? Vs vs

Oldum olası sevmem bu tür soruları. Polislere olan bir öfkem veya nefretim yok. Tamamen kişisel; ruh hastasıyım ben ve soru sorulmasını sevmiyorum. Ama sevmediğin önüne gelir derler ya, bu da o misal peşimi bırakmaz.

Yola koyuldum hiç vakit kaybetmeden; önce Ofis’e indim –Diyarbakır’da bir semt adı, olay olmadığı için bilmez kimse- sonra da fakülte arabasına binip okulun yolunu tuttum. Tabi dedim ya, işler kısa hemen biter diye. Çarçabuk işleri bitirdim ve yıllarımı verdiğim fakültemin bahçesinde ağaç dibinde oturup bir sigara yaktım uzaklara dalarak. Ne günlerdi öyle; dostlarla kantinde içilen çaylar, kaçak sigara kıvamında ders muhabbetleri, kaçan sınavlar, bitmeyen maddi imkânsızlıklar, kafayı takan hocalar, yıkılan hükümetler, kurulan devletler… hepsi tek tek güzeldi, hayatta olan olmayan, özgür y olmayan bütün dostlarım ayrı ayrı güzeldi.

Okuldaki işim bitince üniversite yıllarımdan samimi bir arkadaşımla Hasanpaşa Hanı’nda kahvaltı için sözleşmiştik ancak benim dizlerim titriyordu, Gazi Caddesinin girişinden sonrasında göreceklerimden ötürü. –Gazi caddesi, Sur’un Dağkapı bölümünden girilen caddedir.-

Evet, korkuyordum. Küçücük bir çocuk gibi korkuyordum orada göreceklerimden. 100 küsür gün süren olaylarda hiç sessizliğimi bozmadım. Sur için hep sustum. Çünkü orada olanları fotoğraflarda gördükçe aklıma kürsü üzerinde edilen muhabbetler, tam kıvamında demlenen çaylar, samimi insanların taştığı dar sokaklar, memleket meselelerinin konuşulduğu Hasanpaşa Hanı ve birinin başının gözünün üstüne olunan misafirlikler geliyordu. Bunlar zihnimdeyken ne diyebilir, kimi nasıl veya nerede protesto edebilirdim. Bir yas haliydi yaşadığım, hissettiğim yüz küsür gün süren desem abartmış olmam.

Fakülteden dolmuşa bindim ve yavaş yavaş ilerlemeye başladık Sur’a doğru. Dolmuş ilerledikçe içimdeki heyecan daha da büyüyordu. Tam heyecanın en doruklarına gelmiştim ki, fakülte köprüsünü geçtikten sonra durduruldu dolmuş. Yakasında “Özel Harekat” yazan bir abimiz bindi, etrafa bakındı; tabii neye bakıyor belli değil gözündeki güneş gözlüğünden. Oldum olası nefret etmişimdir güneş gözlüğü takan bir insanla muhabbet etmekten. Duvara bakıyormuş hissi uyandırıyor içimde. Ruh hastasıyım ben, demiştim başta.

 

Meğersem artık böyleymiş, bazı yerlerde polis otobüs, dolmuş arıyormuş. Tabii dolmuşlar otobüsler aranıyor ama hala memlekette bombalar patlıyor; bu nasıl oluyor? Neyse girmiyorum oralara, sonra kafam karışıyor!

Tam dağ kapı meydanının ışıklarında indim dolmuştan. Önce derin bir nefes aldım, sigara yaktım, sağıma soluma bakındım biraz. İnsanlar… Masum, hiçbir şeyden haberi olmayan insanlar; nasıl da korkuyorlar etrafa bakınmaktan. Benden başka hiç kimse süzmüyor çevresini. Korkuyor insanlar, artık insan insandan korkuyor. Nasıl izah etsem bilmiyorum o anda hissettiklerimi fakat yok olmak istedim, var olmamış olmak istedim. Gökyüzünden kayan bir yıldız gibi bir vardı bir yoktu olmak istedim tepeme kadar dolmuş olan hüznümle.

Gazi caddesinden Hasanpaşa Han’ına yürümeye başladım. Bilenler bilir, 200-300 metrelik bir yoldur. Fakat ben ömrümün en uzun, en acı dolu yolunu yürüdüm o an. Sanki hiç bitmeyecekmiş, sanki birkaç adım sonra delik deşik olmuş ruhum gökyüzüne kaçacakmış da terk eyleyecekmiş bedenimi gibi. Üniformalı ağabeyler bakıyor bana, terliyorum; stres altında kontrol edemiyorum nefesimi ve dikkatlerini çekmiş olacak ki arkadan bir ses duydum:

-Kıpırdama, olduğun yerde kal!

Han’dan içeri girmiştim sonunda; nasıl özlemişim o havayı, serinliği… İçerisi hasret kokuyor fakat bir gariplik var. Kafamı kaldırıp üst katta kahvaltı yapanlara baktım. Kimdi bunlar? Yüzleri çok yabancı, çok farklı; bir gariplik var, tanımıyorum bunları, kimdiler? Arkadaşlarım nerede, ne oldu onlara? Ya peki o hiç tanımasan da tanıyormuş hissi uyandıran neşeli insanlar, ne oldu onlara? Orası bıraktığım gibi değil, nefesimi kesiyor; boğuluyorum size bunları yazarken. Sonra ne oldu anlatayım; yukarıda iki lokma bir şey yedik, soğuk birkaç cümle üzerine kurulu sohbet ve sımsıkı sarılıp ayrıldık; hepsi bu kadar. Arkadaşım giderken şöyle dedi:

-Abe, zaten insan daha ne yapar ki burada? Sen kalk git evine, bizim dönemi kapattık, kapattılar.

Haklıydı sanırım, artık gitmek gerekti. Öyle değil midir zaten; bir şeyler için hayatımız boyunca mücadele edip, arkamızda bırakmayı bizden daha iyi kim bilir? Kim bilebilir yüzümüzdeki kederin haritasını? Bizi bizden daha iyi kim anlatabilir? Yanıtı belli; kimse.

Gece yarısına aldığım otobüs biletini sokakta beklemektense bir otel odasında uyuyarak beklemeyi tercih ettim ve Adliye civarında bulunan daha önceden de bildiğim bir otele gittim. Kapıdan içeri girdim, resepsiyona durumu anlattım ve bana birkaç saatlik oda verilebileceği söyledi. Henüz kimliğimi almamıştı resepsiyon görevlisi fakat başını kaldırıp beni yerle bir eden o soruyu sordu:

-Hocam yabancı mıyız?

Şöyle bir durup düşündüm; sahiden ben kimim? Şu an bu şehirde dolaşan ben, kimim? Sanırım yanıtı yine belli; kimse…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir