Sesimin yetmediği yere kelimelerle yürüyorum…
Şehrin uzak yerlerine tapınaklar dikseler. Varsın adımız söylenmesin, ya ayna ya tarak olsun. Tarayıp bakmasak, bakıp taramasak ama emin olsak yüzümüzdeki tebessümün kaybolmayacağından. Hangi mevsime dönüşeceğimiz varsın belli olmasın. İlla tek solukluk açacaksa güneş bahar olsun, Mart ya da Eylül. Sıcağın ve soğuğun başladığı zamanlar hep en güzelidir, en içlisi.
Hayat dediğimiz şey, göründüğünden fazlasıyla eğer, başlangıcını belirleyemediğimiz girizgahlara eklediğimiz, gelişme ve sonuçların ne kadarı bize ait olabilir veya bizimle kalabilir ki? Okul kapısından içeri girmek için etek boyunun ölçülmesini bekleyen bir çocuğun yıllar sonra aynı sırada bekleyen pantolonlu bir başka çocuk tarafından öldürülmüş olma ihtimali bir paradoks değildir. Bellek dediğimiz şey tahmin ettiğimizden çok daha güçlüyse, bu ihtimalin de bir o kadar güçlü olduğu aşikardır. Hani bir nakarat gibi tekrar tekrar bahsettikleri bir sevme şekli var ya öyle bir sevme şeklinin mümkün olmadığı kadar aşikar. Öldüresiye, boğarcasına, yaka yaka, vura vura, bıçakla, silahla, benzinle, iple, elle…
Aylarca kan ve dokudan ibaret küçücük bir alana, tüm bedenini sığdıran bir insan yavrusunun, sonsuz bir gökyüzüne, toprağa, yağmura, güneşe sahip bir dünyada ilk nefesini alırken bacak arasındaki uzvunun ona güvenli bir yaşam sunması noktasında belirleyici bir öneme sahip olması aşırı saçma değil mi? Diz kapağının üç santim yukarısı ve aşağısı arasındaki tek farkın çok az miktarda kas ve yağ dokusu olması gibi.
Cinslerin fizyolojik aynılık ve farklılıkları üzerine kurulan ve geliştirilen daha pek çok saçmalıktan söz edebiliriz elbette hatta bedensel bu parçaların zihinde cinsel uyarılmalara sebep olmasının yalnızca zihinsel değil aynı zamanda toplumsal ve kültürel nedenlerinin olduğundan da bahsedebiliriz. Belki bu bahisle eşitlik ve eşitsizlik araçlarını kullanma konforunun, bir cinayetle hatta cins kırımıyla sonuçlandığı gerçeğiyle de yüzleşebiliriz; zira bütün bu bahislere has elimizde koca bir arşiv, bireysel ve toplumsal muazzam bir bellek mevcut.
Güvenli yaşam alanı kavramını gündemimizde kaç on yıl daha tutacağımız sorusu bir yana, çözümün aşikar olduğu ve bas bas bağırıldığı bir yüzyılda, neden çözümsüzlükte bu denli ısrar edildiğini bilmek elbette düşündürücü.
Biz düşünmekten, görmekten, izlemekten fazlasıyla yorulduk. Tası tarağı toplayıp o tapınaklara gitme seçeneği de mevcut ancak sırası gelecek gitmelerin. Daha yürünecek yollar var, tutacak ve tutunacak eller. Hüznümüz henüz kirpiğimizde. Bir de öfkemiz var gittikçe büyüyen ve birleşen.
Kalemi daha sıkı tutardık eskiden, çünkü yazarak öğrenmiştik sevgiyi. Ondan belki hala bağıramıyor bazılarımız. Bazılarımız duyulmadıkça daha çok susuyor üstelik. Sustukça bir cenine dönüşüyor bedeni. Dizlerini kollarıyla kapatarak kavuşturuyor ellerini birbirine. Hem sevinci hem hüznü tüm nezaketiyle ağırlamasını bilir o eller kavuşunca. Sonrası büsbütün medeniyet. Sonrası çokça itiraz. O vakit, sesimize kanat takma, adımlara hız ekleme vakti bir eksilmeyi daha beklemeden.