SIKIYÖNETİMLER VE OLAĞANÜSTÜ HALLER ÜLKESİ

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Yıl 1960, ülke de gidişat kötüdür. Düzeltmek için ordu darbe yapar. On yıldır Başbakan olarak iktidarda kalan ve kendisi de on yılda 43 kişinin idamına imza atan Adnan Menderes, maliye bakanı Hasan Polatkan ve dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu 16-17 Eylül 1961’de idam edilir. İstenen huzur gelmez, ülke düzelmez. Kriz artar…

Yıl 1964 aylardan Temmuz; ülke yönetimini ele geçirmek için darbe girişiminde bulundukları gerekçesi ile Kara Harp Okulu komutanı Talat Aydemir ve Süvari Birliği Komutanı Fethi Gürcan idam edilir. İstenen huzur gelmez, ekonomi bozuk, işsizlik artmaktadır. Ülke düzelmez. Sistem bunalımdadır.

Halk giderek daha çok bilinçlenmekte, istekleri artmaktadır. Köylüler toprak reformu istemekte, işsizler iş, öğrenciler özerk üniversite, bilimsel eğitim, eşitliğin, özgürlüklerin, adaletin, kısacası demokrasi isteklerinin arttığı bir dönem yaşanmaktadır. Devrimciler ve emek örgütleri -sendikalar- bu işin başını çekiyordu. Öğrenci hareketleri ülke gündemini belirlemektedir. Tüm bu insani isteklerin önünü kesmek, ülkeyi tekelci sermayenin çiftliği haline getirebilmek için:

12 Mart 1971’de sıkıyönetim ilan edilir. Amaçları, kendilerince bozulan düzeni yeniden kurmak, ülkeyi huzura kavuşturmaktır. Bu nedenle 6 Mayıs 1972’de, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan Hüseyin İnan’ı idam ettiler. Onlarca devrimciyi pusularda, çatışmalarda öldürdüler, yüzlerce devrimci, aydın zindanlara atıldı… Fakat yine ülkeye huzur getiremediler. Ekonomiyi düzeltemediler, işsizliği ortadan kaldıramadılar, toprak reformunu yapamadılar. Bunların yerine, işsizliğe ve daha çok sömürüye ortam hazırladılar. Ülke de demokrasi yerine faşizmi uyguladılar ve ülke daha çok bunalıma girdi.

Ülke 1980 yılına girerken yönetenler yönetemiyor, halk yönetenlerden memnun değildi. Başta devrimci hareketler olmak ürere işçi ve memur sendikaları, daha çok hak, daha çok özgürlük, daha çok demokrasi istiyorlardı. Halk sokaktaydı. Gençlik ayaktaydı. Mahalleler, fabrikalar, üniversiteler eylem alanlarıydı. Sistem çatırdıyordu.

İktidarlar, kendisine milliyetçiyim diyenleri, devrimcilere karşı-tüm emekçilere karşı kışkırtıyor, silahlandırıyor, cinayetler işletiyordu.

Sermaye yeterince kazanamıyoruz diye bağırıyor, halkın zorunlu ihtiyaçlarını piyasadan çekiyor, stokçuluk yaparak yeni sömürü alanları yaratıyordu. İktidar sık sık el değiştirmek zorunda kalıyordu.

Maraş, Çorum… gibi şehirlerde kanlı olayları tezgahlıyorlar, çeşitli yerlerde faili meçhul cinayetler işletiyorlardı.

Fatsa’da halkın kendi kendini yönettiği bir belediyecilik örneği kanla bastırılıyor, halk cezalandırılıyordu.

Emperyalizm. Türkiye’nin sosyalizme geçeceğinden korkuyor, halk üzerinde ki baskıyı arttırmanın yollarını arıyordu…

Devrimciler, demokratlar, emekçiler bir taraftan birlikte örgütlenmeye çalışıyor, bir taraftan da tüm haksızlıklara karşı amansız bir mücadele veriyordu. Ülke bir türlü krizden kurtulamıyordu. Yine ülkede huzuru sağlamak bahanesiyle; ordu Kenan Evren başkanlığında darbe yaparak sıkıyönetim ilan etti. O zaman, CIA’nın Türkiye masası şefi olan Paul Hanse, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’e ; “bizim çocuklar başardı.” diye haber verir!.. Türkçesini söylemek gerekirse, Amerika’nın çocukları Türkiye’de darbe yapmışlardı. Bu darbe tam bir faşist uygulamaydı. Filmlerin, belgesellerin ve birçok kitabın konusu olan bu uygulamaların bazıları şunlardı.

 

“650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

– 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı.

– 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi ve 50 tanesi infaz edildi. Bunlardan 18 tanesi sol görüşlü, 8 tanesi sağ görüşlü, 23 adli suçlu ve 1 tanesi Asala militanıydı. İdam edilenlerden birisi de yaşının 18’den küçük olduğu bilinen Erdal Eren’di.

– 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.

– 95 kişi çatışmada, 16 kişi kaçarken, 14 kişi açlık grevinde öldü.

– 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.

– 43 kişinin intihar ettiği belirtildi.

– 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi” olarak yargılandı.

– 71 bin kişi Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. Maddeleri gereğince ceza aldı.

– 388 bin kişiye pasaport verilmedi ve 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartıldı.

– 30 bin kişi mülteci olarak yurt dışına gitti.

– Tüm grevler yasaklandı.

– 23 bin 677 derneğin faaliyetleri durduruldu.

– 937 film sakıncalı bulunduğu gerekçesiyle yasaklandı. Birçok film ise kısmi sansüre uğradı. On binlerce kitap imha edildi.

– 30 bin kişi işten atıldı. 3 bin 854 öğretmen ve 120 akademisyen işlerinden ihraç edildi.

– 47 Hakimin işine son verildi.

– 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci ise öldürüldü.

– Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

– Ülkedeki bütün siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri yasaklandı.”

Ayrıca daha çok cami yaptırıldı, eğitimde din dersleri zorunlu hale getirildi.

Kenan Evren, 12 Eylül faşizminin adaletini anlatırken, 17 yaşında ki Erdal Eren’in idamı için, “asmayalım da besleyeli mi” derken, diğer idamlar için, “adil davrandık bir sağdan bir soldan astık” demiştir. İşkenceler konusunda da, “ah o gardiyanlar, o gardiyanlar yok mu o gardiyanlar, söz dinletemedik, bütün işkenceleri o gardiyanlar yaptılar.” diye ifade etmiştir.

Tüm bu faşist uygulamalar da ülkede ki sorunları çözemedi. Yine işsizlik, yine enflasyon, yine ekonomik kriz, yine kaos…

 

Kenan Evren faşizminden kurtulmak için 1983’de, halk Turgut Özal’ı iktidara taşıdı. On yıl iktidarda kalan Özal da halkın istediği refahı sağlayamadı. Katma Değer Vergilerini getirdi. Ülkeyi parça parça satmaya, özelleştirmeye başladı… Zenginler daha zengin, yoksullar daha da yoksul oldular.

1993-2002 yılları, Özal sonrası gelen ara iktidarlar da özgürlüklerin ve demokrasinin yolunu açamadı. Her dönemde olduğu gibi bu dönemlerde de halk baskıdan, faili meçhullerden, acıdan kurtulamadı. Hep zorluklarla yaşadı. Ve o iktidarların hepsi silindi gitti. 2 Temmuz 1993 Sivas’ta 33 aydın ve sanatçının yakılarak katledilmesi bunların döneminde oldu. Ülkede bunalımlar devam etti.

2002’de mağdur rolünde iktidara gelen Cumhurbaşkanı Tayyip ve partisi özgürlüklerden, demokrasiden söz ederek, yıllardır baskı ve acılar çeken halkı kandırdı. Sürekli halkın kafasını karıştırdı. Sürekli mahkemeler eksik olmadı. Ergenekon davaları, Balyoz davaları… Yalancı tanıkların üretilmesi, cezaevlerinin çoğaltılması, medyanın tek ses haline dönüştürülmesi; aydınların, gazetecilerin hatta seçilmişlerin içeri atılması, hırsızlıkların, haksızlıkların, adaletsizliğin dünyaca duyulması; 10 Ekim vb. kitlesel katliamların yaşanması, darbe üstüne darbe yapılması, OHAL ilan edilmesi, barış yerine savaş üretilmesi, dinin siyasete alet edilmesi…

Cumhuriyet döneminde kazanılmış kamuya ait kuruluşların özelleştirilerek sermayeye peşkeş çekilmesi;  özelleştirilen kamu kuruluşlarının tek tek adını yazmak sayfalar alacaktır, o nedenle 19 Nisan 2018 tarihli BirGün gazetesinde Bircan Gökdemir’in haberinde ki örnekte özelleştirmenin vardığı boyutu göstermektedir.

“On beş yıllık AKP iktidarında 101 kamu kuruluşunda bulunun kamu payları, 10 liman, 85 elektrik santralı, 40 işletme, 11 otel, 3 bin 631 taşınmaz, 37 maden ocağı, 3 gemi, 6 bin 808 makina ve teçhizat özelleştiriliyor.” Yetmiyor tekrar özelleştirmeye devem ediyorlar. “938 taşınmaz, 40 tesis, 10 otel veeee…

İstanbul’daki iki köprü, Fatih Sultan Mehmet ile Yavuz Sultan Selim Köprüleri de özelleştirme yolunda”. Ekleyelim, şeker fabrikaları da satışta…

Ve yıl 2018, gelinen noktada ülke yine çıkmaz sokaktadır. İşsizlik yine çift haneli rakamlarda yükselmekte,  enflasyon yine almış başını gidiyor. Türk parasının değeri yine dibe vurmuş durumda…

Yine yönetenler yönetemiyor, yine yönetilenler yönetenlerden memnun değil.

Neredeyse iki yıla yakındır OHAL’le yönetiliyoruz. Altmış yıldır, bu kadar çok sıkıyönetimlerin ve OHAL’lerin ilan edilmesi halkın ihtiyaçlarını çözmek için değil, tekelci sermayenin işini çözmek için yapılmaktadır, yani daha çok kar, daha çok sömürü… Bunu rakamla anlatmak durumu daha da anlaşılır kılacaktır.

Credit Suisse’nin yayınladığı Global Wealth raporuna göre: Türkiye de nüfusun en zengin %1’lik kesimi 2000 yılında toplam servetin %38’ini alırken, bu %1’lik kesimin aldığı oran 2014 yılına gelindiğinde %54’e çıktığı görülmüştür. Aynı şekilde, nüfusun en zengin %10’luk kesimi 2000 yılında toplam servetin %66’sını alırken, 2014 yılına gelindiğinde %77’sini alıyor. Bu adaletsizliği, CHP Milletvekili Selin Sayek Böke Mecliste yaptığı bir konuşmada dile getirmiş, kimse karşı çıkmamıştır. Bu rakamlara bakınca, mevcut iktidarın da kime hizmet ettiği, başka söze gerek kalmayacak şekilde apaçık ortadadır.

Biz toplum olarak okuyarak öğrenme yerine yaşayarak öğreniyoruz, bu da pahalıya mal oluyor. Altmış yıl sonra gördük ki, sistem sürekli bunalım- kriz- sistemi. Başka bir deyişle, sistem krizden besleniyor. Sistemin kendisi krizi üretiyor. Gelen iktidarlar da hep buna hizmet etmişlerdir. Dünya da bu kadar çok savaşların olmasının en önemli nedeni de sistemdeki krizin sürekliliğini sağlayabilmek içindir.

 

Bu ne anlama geliyor?

Bu sürekli işsizlik, sürekli enflasyon, sürekli sömürü, sürekli adaletsizlik, sürekli bilgi ve bilim düşmanlığı, sürekli özgürlükler ve demokrasi gaspı…

Eşit ve hakça bir paylaşım olmadığı sürece krizler bitmeyecektir.

24 Haziran da erken seçim yapacaklarmış. Görüyorsunuz seçim tarihini belirlemede bile söz sahibi değiliz, çünkü OHAL var.

Altmış yıldır bunları gördükten sonra, şimdi tam da dur deme zamanı.

Yarını bugünden kurma zamanı.

Kendimize ve geleceğimize sahip çıkma zamanı…

Özgürlükleri elde etme, istediğimiz demokrasiyi kurma zamanı!

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir