“Sinema duygular, düşler, içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır”
İspanyol Sinema Yönetmeni Luis Bunuel‘ in, 7’nci sanat sinemayla ilgili güzel ve anlamlı sözüyle başlayarak, bu haftaki yazımın konusunu ‘sinema’dan seçtim.
Sinema, toplumsal hayatımızda kuşkusuz çok önemli bir yere sahiptir.
Sinema, aslında bizi bize anlatan en iyi araçtır.
Charlie Chaplin: “Hayat, uzak çekimde komedi, yakın planda trajedidir” der!
Bu yüzden beyaz perdeye yansıyanlar hayatımızdan birer kesittir aslında…
Sinemanın dünyaca ünlü yönetmenlerinden – Roman Polanski’nin söylediği gibi: “Sinema size bir salonda oturmakta olduğunuzu unutturmalıdır.”
İşte, bende beyaz perdeden yansıyan filmin ben de bırakacağı etkiyi önemserim.
Sonunda, ‘mutlu son’la biten filmler, beni de hep mutlu etmiştir.
Bazen, çocukluğumun sinema günlerine dalar giderim.
Sinemayla esas anlamda tanışıklığım 1970’li yıllardan itibaren başlar.
Yaşadığım yörede, sanatsal anlamda tek eğlence aracımız sinemaydı.
Türkiye sineması, o dönem farklı yönetmenleri, farklı senaryolarıyla ve de birbirinden farklı oyuncularıyla bizleri beyaz perdede buluşturuyordu.
Özellikle Türkiye’nin resmi ideolojisine uygun filmleri peş peşe sinema salonlarında izleme “onuruna(!)” nail olduk!
Resmi tarih ve dini filmlerle, “Milli ve dini“ duygularımız kabartılıyor; avantür ve salon filmler ile de, çeteci ve mafyavari yaşamı bizlere özendirmeye çalışıyorlardı. Adeta biz münkir, münafık ve fasıkları etkisiz hale getirmenin yol ve yöntemini arıyorlardı.
Neyse ki imdadımıza, “Yılmaz Güney sineması” yetişti!
Dünyada ve ülkemizde 68 hareketinin etkisinde kalan Yeşilçam da kasırgadan etkilenerek, yeni bir kültürel/sanatsal değişim dönüşümü, toplumsal dönüşümle birlikte yaşıyordu.
“Arkadaş, Umut. Endişe, Seyyithan, Sürü, Acı, Duvar, Baba, Vurguncular, vb.” gibi filimler Yeşilçam sinemasına yeni bir çehre, yeni bir ruh kazandırıyordu.
İşte bu hızlı değişim dönüşüm, Türkiye’deki toplumsal mücadeleye de yansıyor, siyasal, sosyal ve ekonomik mücadele ile sinema birbiriyle içselleşiyor; nicel birikim nitel birikime dönüşüyordu.
Yılmaz Güney filmlerinin oynadığı bütün sinema salonları hınca hınç doluyor, aylarca afişlerden inmiyordu.
Yılmaz Güney’in, bu muhalif sanatçı çıkışı resmi ideolojinin etkisi alanında bulunan sinema dünyasında da adeta şok etkisi yaratmış, sinema tekelini elinde bulunduran egemenlerin uykularını kaçırmıştı.
Yılmaz Güney’in, sinemadaki bu cesur çıkışı, muhalif portre çizmesi ve siyasi çizgisi, “Cesaret Bulaşıcıdır” misali, Yeşilçam’ın diğer oyuncularına da sirayet edip cesaretlendirdi. Aytaç Arman, Hakan Balamir, Semra Özdamar, Tarık Akan, Halil Ergün ve onlarca oyuncu ile toplumsal ve sosyal içerikli filmler ardı ardına toplumla buluşuyordu.
Ta ki, 12 Eylül darbesine kadar…
O dönemin başka filmleri de hala hafızalarda; Hababam Sınıfı serisi, Gırgıriye, Kibar Feyzo ve daha niceleri…
Sinemacılık, toplumsal arz ve talep olayıdır. Toplum neyi isterse, sinema onu arz eder, onu sunar.
Bu yüzdendir, toplum olarak hayatımız tam bir drama, tam bir trajikomik, tam bir Recep İvedik!
Tabi ki, Uçurtmayı Vurmasınlar, Nadide Hayat, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, İftarlık Gazoz, Babam ve Oğlum, Vizon Tele, Al Yazmalım Selvi Boylum gibi birçok filmi de ayrı tutuyorum.
Sinema hayatımızın bir parçası olmalı, tabi ki o eski günlerdeki gibi:
“Vurguncular, Vurguncular!… Başrollerde Yılmaz Güney…. Bu akşam Lale Sinemasın da!”