Faşizmi toplumsal bir olgu olarak görmek yerine, siyasal rejim meselesine indirgemenin altında iki önemli yanlış yatar. Birincisi, bu indirgemeci düşünme tarzının kendisi, temel kusurunu ekonomik indirgemecilik suçlaması üzerinden Marksizme atarak, siyasal alanın özerkliğini hararetle savunur. Kendi yanlışını, bir başka düşüncenin yanlış olduğu iddiası üzerinden örtbas etme çabası ideolojinin klasik hareket tarzlarından biridir. İkincisi, siyasal alanın kendine özgü ve toplumun bütününden ayrı bir mantığının olduğu yaygın ve yanlış düşüncesidir. Otoriterleşme üzerine kelam ederken, önce nereden geldiği, nasıl kurumsallaştığı, neye hizmet ettiği, neden ortaya çıktığı sorgulanmadan; peşin peşin varlığı kabul edilen bir rejim ve o rejim üzerinden ahlaki bir bedene bürünmüş lider kültünün varlığı kabul ediliyor. Bu maddi dayanakları olmayan öznel düşünüm, beslendiği zihinsel kaynak yine kendisinden başka bir şey olmayan, nesnesiz, kaynağı başka bir düşünce olan düşünme biçimini var sayar.
Düşünceyi bir başka düşünce ile açıklamak, post-yapısalcıların söylemsel kurguları gibi, en olumlu haliyle her seferinde küllerinden doğan zümrüd-ü anka misali mitolojik ya da daha mide bulandırıcı haliyle, her seferinde kendi beynini yiyerek hayatta kalmayı başaran yaratık hikayesine benzer. Faşizmi, önceden varsayılan faşizm kurgusu üzerinden açıklamak da böyledir. Faşizm bir düşünme biçimi, yaşamı algılayış ve bu algı üzerinden yeniden üretilen bir yaşam biçimidir. Maddi yaşamı kendisine nesne kılıp üreten, toplumsal varlıkların kendi yaşamları için gerekli metaları üretme-tüketme biçimleri, üretilenin dolaşım ve bölüşüm biçimi ve bütün bu ilişkilerin ön-gerektirdiği sermaye ilişkisi, yaşamı faşistçe algılayışın temelini oluşturur. Bir toplumsal ilişki olarak sermaye, Göethe’nin kiliseden kaçan çocuğu kovalayan kilise çanı misali peşimizdedir. Burada önemli olan hukuksal/siyasal olgu olarak faşizmin nasıl bu ilişkilerden azadeleşip eşitsiz geliştiğidir; sakallı amcanın deyimiyle, maddi üretim ilişkilerinin ölümcül bir perendeyle nasıl aslını inkar eden siyasal ilişkilere dönüştüğü…
Asıl sorulması gereken, , düzen sağlayıcı, yasa koyucu, vergi toplayıcı, çoğu zaman kolektif sermaye biçiminde, kimi zaman şiddet tekelini elinde bulunduran olarak sermaye ilişkisinin hemen her uğrağına gömülü olan devletin (bugünlerde yerel yönetimleri de ekleyebilirsiniz), nasıl kendini ortak-kamusal tanrı olarak mabetleştirdiğidir. Ve biz faniler, kimi zaman safiyane demokrasi söylencesi, duruma göre hukuk devletinden medet umulan haliyle neden bu mabedin sunduğu siyasi ilahiyata iman ederiz? Ve daha da içinden çıkılmaz olanı, neden bu devlet/siyaset biçiminin kimi zaman normal/demokratik görünüp kimi zaman otoriter/faşist bir rejim olarak zuhur ettiğini anlamanın zorluğudur. Bizleri biteviye kovalayan kilise çanından kaçarken, diğer yandan nasıl kendimize korunaklı mabet olarak devleti seçeriz.
Devlet (yerel yönetim) bu taklaları, her seferinde kendisini ilişkide olduğu maddilikten soyutlayarak atar; soyut bir gerçeklik olarak var olur: Vergi toplayıcı olarak bölüşümde, kolektif sermaye olarak üretimde, yasa koyucu olarak değişimde ve piyasa alanında, spekülatör olarak finansal sermaye içinde ve bir bütün olarak burjuva sivil toplumunun ilahileşmiş tecellisi olarak altın vuruşu gerçekleştirir. Toplumsal ilişki olarak sermaye döngüsünün kesintiye uğradığı burjuva sivil toplumunun bunalımı faşist rejim biçiminde tecelli ediyor. Dünya kapitalizmi 2008’den bu yana içinden çıkamadığı bir krizde. Çözüm olarak sunulan iki seçenekten biri sosyal demokratların neo-liberal meftayı yeniden diriltmeye utangaçça gönüllü olmalarıdır; bu nedenle de uzunca bir süre iktidara gelemeyecekler. Buna karşılık muhafazakar sağ, krizin sorumluluğunu, göçmenler, ulus devletin ve onun neo-liberal iktisadının ilksel mağdurlarının, başta Kürt proletaryası olmak üzeri ezilmişlerin, sömürülenlerin üzerine yıkarak, otoriter, ırkçı popülist bir stratejiyle, küçük burjuvaziye daha cazip gelen söylemiyle iktidara geliyor. Sınıfsal konumu/ilişkisinin kaçınılmaz olarak pragmatizmi yaşam felsefesi haline getiren küçük burjuvazi, ikinci atakta kendisini vuracak olan neo-liberal dalga karşısında, sağ iktisat politikalarını utangaçça savunan sosyal demokratların yerine, avazı çıktığı kadar ırkçılığı, kadın düşmanlığını, göçmen karşıtlığını dillerine dolamış muhafazakarları tercih etti/edecek. Siyasal pragmatizm – siz buna sınıfsal ihanet de diyebilirsiniz- küçük burjuvazinin siyaseten doğruculuğunun amentüsüdür.
Faşizmin zihinleri uyuşturacak biçimde zerk ettiği bilim anlayışı, ölümün bilinemezliğinin alanına taşınmış duyumların, oradan dünyanın nasıllığı konusunda izlenimde bulunmasına benzer; o derece popülist. Toplumsal faşizmin bilim anlayışı, her şeyi bilme arzusu üzerinden yürüyen bir otoriter akıl yürütmeyi doğurur. Sonuçta bu “her şey”in dışında kalanlar unutulur, sonrasında dışarıda bırakılan gerçeklik, dışlanmışlığına kızmış bir halde toplumsal zihnin duvarlarına gülle gibi çarpmaya başlar. Bu her türden sinizmin en berbat halidir ya da halk diliyle ölümü gösterip sırmaya razı etmek. İstanbul seçiminin yarattığı sevinç kasırgasının siyasi görme mesafesini neredeyse sıfıra indirdiği duygusal körlük henüz dağılmadan, bu kargaşa içinde İstanbul’un yeni nesil siyasetçi/belediye başkanı, belediyenin iki numaralı makamı olan büyükşehir genel sekreterliğine Koç holdinge bağlı Tüpraş’ın eski CEO’sunu atadı. On yedi yıldır iktidarda olan çıkar amaçlı suç örgütünün CEO’sunun memleketi bir şirket gibi yöneteceği nutuklarını henüz sindirememişken, sosyal demokrat belediye başkanının da İstanbul’u bir şirket gibi yöneteceği anlaşılıyor. Nerdeyse bir kuşağın içinde doğup büyüdüğü polis devletine alışamamışken, belediyelerin üst yönetimlerine emniyet müdürlerini atayan, otoriterliği henüz prematüre olan popülist belediye başkanlarını da dikkatle gözlemlemek gerek. Toplumsal faşizm koşullarında, “ittifak”lar stratejisi altında ideolojik emperyalizmin fethedici dostluğunun cazibesine kapılmak kadar tehlikeli ne olabilir ki! Abdullah Öcalan’ın son mektubunda HDP’ye yönelik uyarılarını bir de bu pencereden yorumlasak mı acaba?
Göethe ile başladık, onunla bitirelim. Ne diyordu büyük şair at için:”… özgürlüğünden bıktı ve eyerlenip dizginlenilmesine izin verdi; karşılığında da çatlayana dek sürdüler onu”. Toplumsal faşizm, demokratik mücadele iddiası ve inancında olan her özneyi Göethe’nin atı durumuna düşürme becerisine sahip toplumsal varoluş haliyse şayet, maharet önce bunu görebilmekte, sonra sakınabilmektedir.