Şoğayık / Burhan Gündoğan Yazdı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Bazen yazılar diri kalıyor.”

Canım istediğinden değil, işim olduğu için gidiyordum Pah ( Pax ) Köprüsü’ne. Suların kıyısında son zamanlarda epeyce dinlenme yerleri açılmıştı. Böyle giderse daha çok güzelleri de açılacak biliyorum. Bildiğim bir şey daha var bu güzelim kıyıları iki el yağmalayacak. Biri kendi dünyasını düşünmekten, doğal ve insani hiçbir şeyi düşünmeyen egemen eli, diğeri hırs ve çıkarına yenik düşen, kimlik ve kişiliğini unutan yine de benim insanımın eli. Biri daha katı, biri daha üçkâğıtçı…

Pah köprüsüne varmadan yıllanmış yaban kavaklarının bir arada şenlik oluşturduğu Orman İşletmesine ait bir koruluk var. İlk gördüğüm zaman nasıl da sevmiştim. Sonraları okuldan çıkışlarımda, her fırsat bulduğumda, arkadaşlarımla birlikte oraya gider, piknik sepetimizi çıkarır, çaydanlığı suyla doldurur üçtaşın üstüne bırakır, etrafta topladığımız çalı çırpıyı çaydanlığın altına vererek yavaş bir ateş tutuştururduk. Suyun hışıltısını beklemek çaydanlıkta… Sonra demlikte kaynayan suya bir tutam dem atmak… Bütün bu zamanlar içinde başlardı bizim söyleşilerimiz. Gözlerim Şögayık’ın üstündeki dağlara kayardı çayın demlenmesini beklerken. Şögayık’ın küçük küçük tepeler üstüne kurulu evlerine bakar gülerdim. Dersim insanı yüksekleri oldum olası severdi. Bu evlerin etrafındaki badem ağaçları, baharda çiçeklerini açınca oraya bakmaya doyamazdı insan. Gülüyorum, sonyazda ilkyazları düşünüyorsun, diyorum kendime. İnsanın içinde bahara hazır bir kımıltı oldu mu, bu düşlemeler bitmezdi. “Suyun kıyısına iner, dalgın düşlerimi öteler, ayaklarımın altında bastıkça hışırdayan kavak yaprakları arasında yürürdüm. Rengi laciverde çalan suyla giderdi gözlerim. Suyun altında görünen çakıl taşlarıyla oyalanırdı sonra gözlerim.” O zamanlar da söylenirdik kendi aramızda burası, şu kıvrılıp giden su kıyısı, mutlaka korunmaya alınmalı, diye. Kim dinler ki bizi. Hem şu dağların arada bir tutuşturulan ormanları varken, hem dağlardan şehre silahlar konuşurken, hem ölümler karşılıklı olurken, kim dinlerdi ki bizi.

Masaları bir araya getirdik, kalabalıklaştıkça, karşılıklı yüzlerde gülücükler olmaya başladı. Sol yanımızda Harçik… Malum sonbaharda biraz azalmış haliyle sakin sakin akıyordu. Çet raporları tamamlanmak üzere, dedi Ercan dosyayı önümüze uzatarak. Ne kötü, dedim içimden. Bu su kıyılarını bize çok görüyorlar. Küçük bir şehirde onca kıyım… Her yandan göllerle sarıldı şehir. Şimdi bu kuşatma içerlere doğru da yapılıyor. Tanrı kalemine kıyılacak, demek ki ha! Sahi iktidarlar bizi ne sanıyorlar? Şehirde bir defineciler şürekâsı var ki, memleketteki tarihi resmen talan ettiler.

Bu mayısta Dr. Vitek, Zeynel Duman ve Cemil’le beraber gezmiştik Pah köprü’sünün etrafındaki araziyi. Onca çiçek türünü bir arada gören Dr. Vitek, alanın gözardı edilemeyecek kadar zengin olduğunu söylüyordu bize. Mevsimler bıraktık ardımızda, hatta yaşlandı bıraktığımız mevsimler.
Dalıyorum suyun akarına. Önce bir beton köprü yapılmış Pah köprüsünün üstüne. Suyun gücüne dayanamamış olmalı ki yıkılmış ve hala yıkılan kısmı sol kıyıdan gözlerime doluyor. Beton köprü tutmayınca demir köprü atmışlar suyun üstüne. Bu kez hesap tutmuş ve yıllardır bu köprü üstünden gelip gidiyor insanlar. Demir köprünün altından çağıldayarak akan suya dalıyorum. Kıyılarında söğüt ve kavak ağaçları… Arada su menevişleniyor. Gözlerime değen parıltıdan alamıyorum kendimi. Masaya gelen çaydan bir yudum değdiriyorum dudağıma. Su kıyısında çayın ağzımda bıraktığı sevimlilik… O arada yaşlı biri geliyor masamıza, suyun karşı yakasındaki toplu evlerden birinde oturuyor, önceden tanışıklığımız var onunla. Selamlaşıyor, hal hatırını soruyoruz birbirimizin. Galiba bir kişiyle başlayacak bizim toplantımız, diye söyleniyoruz kendi aramızda. Sonra bir yaşlı daha geliyor masamıza. Söz sözü açıyor. Derken evinin yapılış hikâyesini açıyor yaşlımız. ” Buradan daha güzel bir yer mi var ki ben buranın baraj olmasına sessiz kalayım. Elimdeki cenneti aldıktan sonra, keyfim çok mu gelecek, diyor.” Gözlerimizdeki ışıltı büyüyor. Ben bu evi yaparken şehirden bir dozer getirdim. Yaman taşlar vardı. Sonradan bir lahit çıktı. Ev yapmayı bırakıp, haber verdim devlete. Babam ne taşlar, ne taşlar… İşlerine yarayanları alıp götürdüler Elazığ’a, kalanların da önce fotoğraflarını çektiler, sonra işaretleyip bıraktılar. Bir uygun zamanda gelip götüreceklerini söylediler. O geliş bu geliş daha dedi. Hepimiz de bunu yeni duyuyorduk. Daldım yine. Hani çaydanlığa çay koymuş, demlenmesini bekliyorduk ya Şogayık’a karşı… Öylesine bir dalgınlık bendeki… Arkadaşlarıma dönüp: Gidip baksak mı, dedim. Evet, dediler. Hem orada insanlarla konuşuruz barajlarla ilgili olarak, dedi Haydar.

Şogayık yoluna düşüyor, yol kıyısındaki böğürtlenler arasından gidiyoruz. Kırmızı ve mor bakıyordu yüzümüze böğürtlenler. Güneş hala kızgın… Şogayık’a bir küçük köprüden geçerek yol alıyoruz. Köprünün üst tarafında Teşnik deresi… Bir höyüğün altında duruyoruz. Amca önden, biz onun ardından yürüyoruz. Sonra kapıyı açıp bizi bahçesine davet ediyor. Bahçeye girer girmez yüzümüze önce bir serinlik vuruyor, sonrada geçmiş zamanların taşları gülüyor. Bir açık hava müzesi sanki burası… Amca taşlardaki yazıyı okuyan arkeoloji profesörünün Bizans dönemine ait taşlar olduğunu kendilerine anlatıldığını söylüyor bize. Taşların yanına gidip fotoğraflar çekiyoruz. Buranın altında daha gün ışığına çıkmamış kalıntıların olabileceğini düşünüyor ve kendi aramızda dillendiriyoruz bu düşüncelerimizi. Bahçeye dağılıp geziyor, gözlemler yapıyor, sütunların altına koyulan yuvarlak taşları görüyoruz. Buraları bir şekilde insanlara duyurmalıyız, diyorum. Bir uygarlık gün ışığına çıkmadan göz göre göre sulara dalacak, diye düşünüyorum
Bahçeden, geçmiş zamanlar içinden çıkıyormuşum gibi bir izlenimle ayrılıyorum. Yukarıya höyüğe doğru yollanıyoruz. Olasıdır oralarda da öğreneceğimiz çok bilgiler vardır, diye düşünüyorum. Bir koyaktan ilerliyoruz tepeye. Sinevar vericisinden dumanlar yükseliyor. Orman yangını var, diyor Haydar. Hayır, diyorum. Eskiden oralar ormanlıktı; ama ormanın kökünü getirdi insanlar. Şimdi kuru otlar yanıyordur, etraf rahat görülsün, diye yapılıyor bütün bunlar.
Artık tepedeyiz. Evin önünde uyuklayan köpekler kulaklarını dikleştiriyor bizi görünce. İlk kez köpeklerden korkarak açıyorum arabanın kapısını, sonra diğer arkadaşlar iniyor, birer birer. Köpekler bu iniş karşısında sessizleşip bir kenara çekilip bize bakıyorlar. Birlik karşısında kimler sinmiyor ki. En çok sessizleşince, en çok yalnızlaşınca insanı eziyorlar. Dersim kadınları yıllar içinde kimliklerini sağlama almışlar. Bunda, sosyalist düşüncenin payı da büyüktü. Geleneksellik içinde olduğumuz yıllarda dahi kadının söz hakkı vardı; ama bu denli kendine güvenli değillerdi. İlk dikkatimi çeken, çeşmenin taşları oldu. Biliyorum ki bu çeşmenin taşları aşağıdaki tarihi alandan çıkarılıp buraya getirilmiş. Yine biliyorum ki belki de bu şekilde bu taşlar korunmaya alınmış.

Gelişinden de epeyce yaşlı olduğu anlaşılan bir adam yanımıza geliyor. Biraz sertçe bir anımsatma yaparak: Nedir babam, neye geldiniz, diyor. Ben bu yaşlıları bilmez miyim? Önce çıkışırlar, sonra en uysal çocuk gibi söyleşirler. Yan yana oturuyoruz. Kadınlar, bizim geliş amacımızı soruyorlar. Barajlarla ilgili geldiğimizi öğrenince bize ayran sunuyorlar ve barajlara karşı olduklarını dillendiriyorlar. Bu gördüğünüz alanlar baraj altında kalacak, bu güzelliklerin yerini yalnızca sular alacak, sesine alışkın olduğunuz komşularınız dağılacak, yürüyerek gidip gördüklerinize birden bir uzak olacaksınız. Birbirlerinize anlattığınız rüyalar olmayacak, dahası çeşme başı söyleşileriniz olmayacak, size yeni bir hayat dayatılacak, dedim yaşlı amcaya. Onun kızgınlığı ağalara. Dağların ardına kayıyordu gözleri, dünün olaylarına, insanların yapmış oldukları kavgalara… Doksan beş yaşındayım, diyor biraz da kızarak. Bu yurdun sahipleri vardı, diyor. Kimler gelmiş, kimler geçmiş, diye söylediklerini gözlerini uzaklara kaydırarak anlatıyordu. O anlattıkça benim de gözlerim uzaklara gidiyor. Kert dağına, Ambar Kalesine, Tırkel’in üstündeki Sinevar dağına…

Böyle sessiz, böyle bekleyerek bir yere varılmıyordu. Her sessizliğimizde bir yanımız yitip gidiyordu. Tam karşıda yapılan TOKİ evlerine, onun altındaki çöplüğe bakıyorum. Milim milim kayıp gidiyor elimizden şehir. İnce teline önce bizler dokunduk. Kum ocaklarıyla içine girdik güzelim Harçik’in, sonra birer birer Kutudere’ye kadar ilerledi ocaklar. Su kıyısındaki güzelim söğütler yabandır, diye sökülüp atıldı. Suyun kaynağına kadar götürüldü kirlilik. Çer çöp içinde bir yaşam sunuldu bize sessiz kaldık. Azlar giderek azaldı, çoklar parçalandı, sesler kısıldı. Şimdi tam önümüze bir bataklık daha koymaya hazır bekliyorlar. Sesim kısıldı, orada duyan var mı? Ero bana bak mı? Yoksa daha farklı bir ses mi? Siz bilirsiniz…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir