Doğruyu söylemek gerekirse, yirmi yılı aşkın süre mesai eylediğim akademi denilen dergahı, hiç sevemedim. Biraz dedikoduya girecek ama, bizim gibi memleketlerde, akademi gerçekten bir dergah gibi işler. Kimi zaman bir kurama biat etmeden, kimi zaman bir ulu kişinin müridi olmadan popüler bir konum edinmeniz zordur, ta ki hidayete erip de kendiniz şeyh olana değin. O yüzden bizim memleketin entelektüel varoşlarında, bir gruba ait hissetmeden, dönemin moda düşünürü- bu aralar Bourdieu, bir ara Spinoza mesela- üzerine çalışmadan, popüler olmuş bir kavramı – kamusal alan, toplumsal cinsiyet, şimdilerde özerklik- akademide konuşlanmayı tercih eden akademisyen, kendiliğinden dışlanmayı çağırır. O nedenle, akademide pek sevilen biri olmadığım gibi, pek tanınan (popüler) da biri değildim. Bütün meslek hayatım boyunca yurt içinde bir tane bile kongre, sempozyuma katılmadım da bildiri de sunmadım sosyalleşmemek adına. Çünkü bizde bilimsel toplantılar, farklı düşüncelerin karşı karşıya gelip tartışılacağı değil, akademisyen denilen yaratının (yaratık değil) sosyalleşmesi içindir çoğu zaman.
Seksenli yılların sonlarında üniversite öğrencisiyken hafiften nüksetmeye başlayan bilim insanı olma eğilimiyle yavaştan Ankara’nın ilim irfan sahibi camialarında boy göstermeye başlamıştım. Marx unutulmuş, herkesin koltuğunun altında Nietzsche, Foucault, bir de Murat Belge’nin Fukuyama ve Huntington’dan önce büyük bir öngörüyle Marksizmin ölümünü ilan ettiği Sosyalizm ve Gelecek adlı kitabı… Türkiye İşçi Partisi sempatizanlığıyla başlayan siyasi aktivistliğim de TİP-TKP birleşmesiyle oldukça kısa sürdü. O zamanlar hem “solcu”luktan, hem de büyük şehir entelijensiyasından uzak durup kendimi taşraya atmaya karar vermiştim. O gün bu gündür geri dönmedim. Ama, yüce ve sığ -şu derin devlet deyimini de hiç sevemedim- devletimin birkaç dairesinde kısa memurluktan sonra, hayatımın en büyük ve bir o kadar da iyi hatasını yaparak akademiye döndüm. Akademideki huysuzluğum ve sevilmeyen zat oluşumda bu hatayı her an kendi yüzüme vurmanın payı oldukça fazladır.
Zaten akademiden bu kadar sıdkım sıyrılmışken, hiç olmayacak zamanda şu “imzacı akademisyen” sıfatını taşımak zorunda kaldım. İşin imzaya neden olan boyutunu bir yana bırakırsak, gerçekten iki yıldır sırtımda kambur gibi taşıyorum bu sıfatı; ne kadar rahatsızlık verdiğini varın siz düşünün. İki nedeni var bunun: Birincisi derin mevzudur, yarası ben de saklıdır, bir gün gelip bu meseleler tarih olursa yazarım belki. İkincisi son derece traji-komiktir. Bu “imzacılık” meselesi, gündelik alışveriş yaptığım küçük esnaf kardeşlerimi öyle böyle değil benden daha çok germişti. İhraç edildim de sevgili esnaf dostlar rahat uyuyabiliyorlar. Temmuz 2016 vodvilinden sonra, her khk yayınlandığında, sigara aldığım tekel büfesinden kasaba kadar esnaf dostlarla, “hocam bu khk’da gözüm seni aradı, neyse…’ile başlayan gerilimli geyikler çeviriyorduk. Atıldım da esnaf arkadaşların stresi ortadan kalktı. Ama benim stresim daha uzun sürdü. Hele o ilk zamanlar yok mu; maskot desem ağır kaçacak, medya maymunu desem, primat atalarımıza ayıp olacak. Salon salon, meydan meydan gezdirdim kendimi. Dikkat edin kimseyi rencide etmemek için birinci tekil şahıs konuşuyorum. Sonuçta imza atarken de sonrasında da herkes kendisinden mesuldü(r).
Bir de kendini ilk defa tanıştığın birine anlatma derdi vardı ki, atılmanın kızgınlığından beter nevrotik sonuçlar doğuruyordu.
Abi ne iş yapıyor(sun)?
Ben… hocay…dım. İhraç edildim… Mersin üniversitesinden…
…..
Ama…fetöden değil… (bunu belirtmek zorunda bırakıyordu bilinç altım/üstüm ve de dışım)
…
Abi uzaktan bakınca fetöcülere benziyorsun… hani uzun saç, küpe, sakal falan. Onlar da kendilerini gizlemek için…
Deget la.
Bu yazıyı itiraflara ayırdım ya, bir de kişisel itirafta bulunayım. Atılınca akademinin hem zihne hem girişime ket vuran bir mekanizma olduğunu fark ettim. Düşünmeyi engellemiyorsa da düşündüklerini yazıya döküp paylaşmayı, kuvveden fiile geçmeyi engelliyormuş üniversite. Zaten biz akademisyenler eylemi pek de sevmeyiz hani. Biraz da sistem dayatmayısla elli yaşına kadar doçentlik, profesörlük stratejisiyle yazarsın, ondan sonra da yazacak ne derman, ne şevk kalır. Yazsan da, yazdıklarını okuyan olsa da, ‘körler sağırlar, birbirini ağırlar’ muhabbetinden öte bir kifayeti olmaz.
Aslında sevgili Tekin’in, facebook tabiriyle, beni dürtmesiyle “güzelim” gazetemde ilk yazı çıktığından bu yana acayip şevk geldi. Yazdıkça yazasım var hani. Haftada bir yazıya söz vermiştim ki ben ondan bile endişeliydim, şimdi erkenden yazı gönderiyorum. O zamanlar, yani akademideyken ölü toprağı serpilmiş derler ya hani, o misal elim kaleme gitmiyordu, yazasım yoktu. Bu vesileyle kendilerini Allaha havale ettiğim cübbeli cübbesiz bütün Ahmet Hocalar ve ibişler de dahil, bu yaştan sonraki kişisel gelişimime katkıda bulunanlara şükranlarımı sunarım.