Dolu dolu bir sonbahar yağmuru yağıyordu, kendimi bu uzak şehrin sokaklarına vurduğumda. -kimisine vatan, bana sürgün olan şehirde- İnsan tenini incitmeyen bir hızlılıkla düşüyordu damlalar. Aslında ne kadar şiddetle yağsa da incitmezdi yağmur.
Yavaş yavaş değil hızla ıslanıyor saçlarım, elbiselerim. Artık tenime dek işleyen damlaları hissediyorum. Her bir damlayı ayrı ayrı… Öylesine sevgiyle… “Yağmurdan kaçmayın” diye mırıldanıyorum, kimse duymuyor. Yağmur damlalarının serinliğine bırakın kendinizi. Bırakın yağmur damlaları ruhunuza değsin. Yağmur ruhuma ulaşıyor. “İşte buradayım” diye cevaplıyor sayıklamalarımı. Yüzümü gökyüzüne dönüyorum. Görüyorum her bir damlanın düşüşünü tenime. Herkesten daha iyi tanıyor insan ruhlarını. Her damla yüzüme düşüp dağılıyor, sonra kendine bir oluk yaratıp akıyor, usulca yanaklarımdan. Ruhum bedenimden taşıyor, o buruk heyecanla. Yüzümdeki oluklardan akmaya başlıyorum. Damlalarla düşüyorum sıcak beton kaldırımlara… Dağılıp suya dönüşürken, çoktan unuttuğum o ‘basit’ mutluluğu duyumsuyorum. Yağmurun oluklarından akan ruhum, özlediği toprakları arıyor, o yıkıcı kayıtsızlığın sokaklarında… Hiç kimsenin ruhu, diğerininkine dokunamıyor, herkes ayrı bir olukta akıyor; yağmurun şiddeti dahi buluşturamıyor yalnızları… Beton yığınlarıyla sarılmış sokaklar ortasında yağmur, bir tek yağmur insanı kaynağına yakınlaştırıyor.
Yağmur ve su… Ah kara bulutlar, size ne çok ihtiyacımız var. Suya dönüşen yağmur, yine suda buluyor kaynağını. Birbirinden beslenen varoluşlar, ruhun acısına aşina, şefkatini sunuyorlar.
***
Sonbahar yağmuru, her an giderek büyüyen bir özlemle andığım topraklarıma götürüyor beni, bırakıyorum kendimi. Bana açtığı oluktan akıyorum uzağa daha uzağa. Tenime değen bir yağmur damlası kadar mesafe kalana dek, özlediğim topraklarla. Orada az ötede, elin dokunuşundan şuncacık uzakta meşe ağaçları. Uzatsam ellerimi dokunabilirim gövdelerine, sararan yapraklarına…
Sonbahar yağmurları başlamıştır Kahperi’de. Sırılsıklam elbiselerimle, yağmur altındaki tatlı uykuyu özlüyorum. Kendinden geçmek, dünyanın unuttuğu zamanın bir başka boyutunda yeniden bulmak gibi. Öylesine huzurlu, öfkeden arınmış, doğanın insanı olmanın duygusuyla…
O Kahperi akşamında… Gece karanlığındaki ayaklarımızın yoğurduğu çamuru düşünmek, ne kadar iç gıdıklayıcı. Bilirim, zifiri karanlığın ardından yeniden güneş doğacak.
Bir Kahperi gününde, yıkık bir evin tek sağlam kalmış duvarında. Mavi boyası solmuş penceresinden bakıyorum Kahperi’ye. Yıkık evler, sararmış meşe ormanlarına bakıyor; baktıkça yalnızlığını hatırlıyor, terk edilmişliğin sızısını… Yıkıntılar altından görünen çiçekli bir fistanın parçaları, rüzgâra kapılıyor; yapraklar, yıkıntılardan kalan her zerre… Bir zamanlar bir kadının üzerinde baharı andıran o çiçekli elbisenin parçaları, artık sonbaharın renklerine karışıyor. Rüzgâr yıkıntıların kimsesizliğini ormanların derinliklerini taşıyor; ağaçların umutlu yüzünü kimsesiz köylerin bedenine…
İşte doğa ölüyor yavaş yavaş. Bu ne güzel, ne muhteşem bir ölüm? Âşık olunası bir ölüm. Her anını olduğu gibi ölümünü de seviyoruz doğanın. Ölürken de anlaşılamaz bir gizem taşıyor. Ölürken de, bunun bir son olmadığını, dönüşüm zincirinin, yeni bir doğuşun halkası olduğunu anlatıyor.
Meşe ormanları giderek sararıyor. Hafif bir yelde salına salına dibine düşüyor yapraklar. Kırmızı, sarı, mor, yeşil ve daha birçok rengin tonları birbirine karışıyor. Renkler, bir ırmak gibi akıyor Kahperi’de.
Sarıçiğdemler, kocaman gövdeleri olan meşelerin köklerine dağılıyor. Sararmış meşe yapraklarının içinden boy veriyorlar; belki bir kayanın dibinde, belki de yeşil otların kuruduğu bir çorak bozkırda… Mağrur, yapraklarında ışıldayan güneşe bırakıyorlar kendilerini.
Kuruyan palamutlar, dibine dağılıyor meşe ağacının. Çocukluğumuzun şapkalı meyvecikleri… Küçücük ceplerimize doldurduğumuz palamutların kokusu siniyor tenimize.
***
İran’ın hüzünlü şairi Furüğ Ferruhzad bir şiirinde, “İşte güneş soğudu/ve yeryüzü nimetleri yok oldu/ve tepelerde soldu otlar/ve sonra/sığmadı toprağa ölüler…” der.
Biliyorum, soğuyan güneş yine ısıtacak, yeryüzü yine nimetlerini sunacak baharda, ölen ağaçlar yeniden yeşillenecek; toprağa düşen tohumlar filizlenecek. Ama ya artık topraklarımızın her yerinden fışkıracak olan ölüler… Onlar bir daha geri gelmeyecekler… Gülümseyen yüzleri, aydınlatmayacak anlarımızı… Onlardan geriye asla geçmeyecek bir keder kalacak. Zamanın içinden daha çok daha çok geçmek bile azaltamayacak bu kederi. Zaman geçtikçe daha iyi hatırlayacağımız anılarıyla. Yeniden yaşayacakları bir yaşam yok. Her şey ve herkes zamanında aktığıyla kalmıştır.
Yitenlerin ardından kalanların bağrında kocaman boşluklar oluşacak. O boşluk çatlatana dek vicdanları, belki o zaman yeniden filizlenecek yaşama dair bir şeyler….
Sonbahara benziyoruz biz de. Sonbahara dönüşüyoruz. Bir yanımızı keder sararken, diğer yanımız umut yüklü düşleriyle bahara uzanıyor.
Oysa sonbaharın hüznü, içinde yaşamı anlayabilmenin bilgisini taşır. Peşinden koştuğun sırrın kapıları açılır. Ötesine varmış gibi, su gibi, toprak gibi, kendi özünde… Sade, ayrılıksız, seninle, içinden biri gibi… ‘İşte bu asıl olmak istediğim benim’ demek gibi bir şey… Sınırları geçmek gibi bir şey… Bir yanımla sonbahardım ben ve duyumsadıklarım kadar…
BEZUVAR DERGİSİ