Ne zaman Mersin üzerine yazı yazmaya karar versem bir tedirginlik hali hasıl olur bende. Hele bir de yazı yayınlandıktan sonra okuyucudaki sessizlik daha da azap vericidir. On dört yıldır bu şehirdeyim, İzmir, İstanbul, Çanakkale ve Hatay’da birkaç yıllık mesailerden sonra doğduğum Şehir Ankara dışında en çok zaman geçirdiğim kent Mersin; ve insan neden bir şehri sever? Ben o insanlardan olmadım hiçbir zaman. Hayatın zorlamasıyla bu tuhaf şehre çakılmak zorunda kalsam da zihnen büyük yarım hep göçebeydi belki de? İlk defa İstanbul’a çalışmaya gittiğimde martıları o kadar yakından gördüm söz gelimi. Hem kendisi hem sesi bu kadar çirkin bir yaratığın nasıl şiirlere konu olduğunu düşünüp Orhan Veli’ye hayret etmiştim. Sorunu kendi ruhsuzluğuma yorup geçiştirdim. Mersin de dahil hiçbir şehri sevemedim insanları ayrı tutarak. Bir kenti sevmek vatan sevgisi kadar anlamsız ve saçma gelmiştir bana. Sakallı amcanın dediği gibi, karşılığında sevgi uyandırıp uyandırmadığınızı bilmeden, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa; seven kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi seven ya da sevilen kişi yapıp yapmadığınızın asla ayırdında olamayacaksanız, bir kenti, vatanı veya milleti sevmek talihsizliklerin en büyüğü olsa gerek.
Ama tedirgin olmak hatta ve hatta ürperti duymak için birçok nedeniniz olabilir. Bu kentte çokça duyduğunuz cümlelerden bir tanesi “Mersin Türkiyenin aynasıdır” terennümüdür. Ve arkasından malum, göç, çök kültürlülük, demokratik, yaşam ve saire ve saire… Ulvi siyasi analizlere başlanırken kentin bu sözgelişi olumlu özelliklerine vurgu yapılır da çok kültürlülüğünün yanı sıra her türden burjuva yaşam biçiminin yatağı olduğu örtbas edilir, halının altına el yordamıyla süpürülür.
İnsan yaşadığı yere benzer … anısı işsizliktir, acısı bilincidir diyor ya Edip Cansever. Siz siz olun kalıcı yegane tarihi işsizlik, acısı küçük burjuva bilinci olan bu kente benzemeyin derim ben. Ya da iyisi ve dahi en zoru, kahredici çoğunluğu proleter olan bu kenti, küçük burjuva kültüründen arındırıp gerçek sahiplerine teslim etmek için çabalayın. Belki o zaman kenti değil de gerçek kanlı canlı insanları, hibrid olmayan, benliğimize klonlanmış burjuva genlerden kurtulup gerçek insanlar olmak için çabalayabiliriz.
Biri işçi diğeri iş adamı iki alevi inancına sahip insan düşünün mesela; Cem evinde ikisi de Aleviliğin hümanizminden, eşitlikçi-adaletli felsefisinden dem vurarak eşit canlar olarak hasbıhal ederler. Fakat gerçek hayatta biri işçi diğeri sermaye sahibi olarak karşı karşıya geldiklerinde, inancın soyut manevi tatmininin yerini zorunlu iktisadi yaşamın dayattığı sömürme-sömürülme ilişkisi alır. Aynı şey Kürtler için de geçerlidir daha da acımasız biçimde. Mensubu olduğu partinin bütün ısrarcı kentsel dönüşüm karşıtlığına rağmen kentsel dönüşüm planlamasını meclisten geçirmek için aslan kesilir, imara açılacak araziler için herkesten önce parmak kaldırır Kürt müteahit zorunlu olarak. Sosyalist bir partide sömürü ve paranın tahakkümü üzerine şapka çıkarılacak kelamlar eder, oradan emlakçı dükkânımıza gidip üçbeş arsa/daire satarak/kiraya vererek, ranttan tırtıklamaya çalışır, akşam eve geldiğimizde tekrara solcu oluruz mesela. Sermayenin aman vermez acımasız mantığı iliklerimize kadar işlemiştir ama ısrarla solcu kalmaya çalışırız. Çok kültürlü kentlerin en acımasız siyasal açmazı budur herhalde. Bir keresinde şimdilerde iş adamı olmuş, üniversite yıllarında acayip solculuk yapan bir öğrencim “ben işçiyi sömürmüyorum artı değeri paylaşıyorum” demişti ayak üstü bir sohbette. Bu şizofrenik söylem, Deleuz’un “Kapitalizm ve Şizofreni” adlı çalışmasında detaylıca ortaya serdiği gibi, asli yaşam mücadelesi ile zihin dünyası arasındaki yarılmanın yarattığı bir halet-i ruhiye, hiçbir ahlak teorisinin üstesinden gelemeyeceği bir açmazdır. Dahası, bu sadece bir söylem olmanın ötesinde, gün içerisinde birden çok kimliğe bürünen, bürünmek zorunda kalan, neferi olmaya soyunduğu siyasal ideolojinin hiçbir yerine oturtulamayacak bir iş gailesi tutturmuş insanları, beş dakika önce kendisini Lenin sanan, on dakika sonra işçiler tarafından bütün sermayesine el konulduğu halüsinasyonları gören tamir edilemez bir ruh haline sokar. Bu şizofrenik yarılma siyasal alanda solculukta mangalda kül bırakmamak biçiminde tecelli eden söylemsel popülizm biçimine bürünür. Elitler her zaman kendilerini popüler kılacak bir güruh olamadan var olamazlar nihayetinde; yoksa da yaratmaları gerekir bu kütleyi. O nedenle diyalektik karşıtı olan seçkinciliğin en teatral hali ile eş zamanlı/mekanlı yürür sol popülizm.
Gerçek yaşamdaki toplumsal/ sınıfsal konumlanışlarımız ve kültürel aidiyetlerimiz birbiriyle örtüşmez; savunuyor göründüğümüz siyasal söylem ile iktisadi yaşamdaki sınıfsal konumumuz birbirine taban tabana zıt kutuplarda yer alır çoğunlukla. O nedenle, bu denli solcu görünen Mersin aslında burjuva siyasi kültürünün yeniden ve biteviye üretildiği bir kentsel mekan bütünüdür. Bu akla ziyan soruların yanıtının kolay verilemeyeceği bir kentsel kültür yaratır Mersin. Ve bu görüntüsü devasa içeriği kof tüccar sermayenin işine gelir. Çünkü kültür denilen pratik Freud’un Oidipus kompleksi gibi işler. Babanın yani asli üretim ilişkilerinin inkarı üzerine inşa edilir ama aynı zamanda Marx’ın dediği gibi onun gayrı meşru çocuğudur. Yani kültürün iktisadi ilişkilerden özerk olduğu yanılsaması bizim akademianın kahir ekseriyetinin zihinsel tasavvuru değildir sadece; asıl yanılsama gerçek yaşam içinde üretilir.